O
temmuz sabahının diğer sabahlardan bir farkı yoktu benim için. Sabah ezanı ile
uyanıp , caminin yolunu tutmuştum. Cami, oturduğumuz sokağın köşesindeydi. Babam her zaman “cemaatle kılınan namazlar, tek başına kılınan
namazlardan daha sevaptır” derdi. İyi bir evlat, iyi bir insan, iyi bir mümin olabilmek için babamın sözünü hep
dinledim. Yaradan için ibadete her çağrıldığımda üşenmedim, sevaplarımı
katladım.
Eve dönüp kahvaltı yapmak yerine fırından iki
poğaça aldım. Yetiştirmem gereken siparişler vardı. Dükkan camiden iki sokak
aşağıdaydı. Bakkalın önünden geçerken yere bırakılan Hakikat Gazetesinin sür
manşetine gözüm takıldı “ Müslüman Mahallesinde Salyangoz sattılar.” Önceki gün
Pir Sultan Abdal şenlikleri için şehre gelen yazarlardan birinden bahsediyordu.
“Tövbe tövbe ne cesaret varmış be adamda. Şeytanın ayeti mi olurmuş.”
Sabahları serin olur bizim buralar.
Sessizdir de. Camiden çıkan cemaat vakit kaybetmeksizin ekmek kavgasına tutuşur.
Açılan kepenklerin gıcırtısı, yırtar
sessizliği. Dükkanların önleri süpürülür.
Tahta sandalyeler kapı önüne çıkarılır. Kahvenin çırağı çoktan demlemiştir
çayı. Yüzünde gülümsemesi eksik olmaz tavşan kanlarını dağıtırken. Kimse
kimsenin tavuğuna kışt demez.
O temmuz sabahının diğer sabahlardan bir farkı yoktu benim için. Saatler
sonra bu göğün altında yaşanacaklardan hiç kimsenin haberi yoktu. Sıradan bir
güne uyandığımızı sandık. Issızlığın ortasında çıkacak feryat figandan ,
gökyüzünü aydınlatacak cehennem ateşinden, göz gözü görmeyecek dumandan nasıl
haberimiz olabilirdi?
Sokakta her zamankinin aksine tuhaf bir
hareketlilik vardı. Şenlik kapsamında bir takım etkinliklerin yapıldığı
medrese, iki dükkan ötemdeydi. Bir tarafta saz çalıp türkü söyleyenler, diğer
tarafta kitap imzalayanlar. Kapının önüne çıkmıştım ki ,kulağıma gelen o
sazın sesi ile iç geçirdim. “Sivas
ellerinde sazım çalınır. Çamlıbeller bölük bölük bölünür. Yardan ayrılmışam
bağrım delinir. Katip arzuhalim yaz yâre böyle.” Küçüktüm . Kapı komşumuz Ali
Haydar amca, uzun kış gecelerinde toplardı konu komşuyu eve. Duvarda asılı
duran sazını alıp o yanık sesi ile başlardı bu türküyü söylemeye. O söylerdi
ben ağlardım. Çocukluk işte , o yaşta insanın ne derdi olur? Dokunurdu sesi
yüreğime. Toprağın bol olsun Ali Haydar amca…
O sırada Ahmet elinde
gazete koşarak yanıma geldi.
-Abi okudun mu yazanları?
-Neyi oğlum?
-Şu şenlik için gelen kafirler ile ilgili yazanları.
-Ne kafirinden bahsediyorsun, alevi onlar Pir Sultan Abdal şenlikleri
için buradalar.
-Yok abi içlerinde biri var şeytan Aziz diyorlar ona, ateistmiş . Ateist
demek kafir demek değil mi ? Müslümanlara dil uzatmış.
-Tövbe tövbe. Oğlum sana ne elin adamının kafirliğinden. Yürü git işine.
-Öyle deme abi ya , bak buradaki bildiride ne diyor “ Gün Müslümanlığın
gereğini yerine getirme günüdür. İslam peygamberini ve kitabının izzetini
korumak için bu uğurda verecek canlarımız vardır.”
-İyi, git ver bir can da gel o zaman.
Geldiği gibi fırladı gitti
Ahmet. Sela okunmaya başladı. Dükkanın önüne sandalyeyi koyup Cuma namazı için
camiye gittim. Her zamankinden farklı bir kalabalık vardı. Mahalle sakinlerinin
dışında tuhaf kılıklı adamlar. Bir fısıltı , bir huzursuzluk . Birkaç saat sonra olacaklara
gebe kalmıştı gün, o cami avlusunda.
Namaz sonrası fısıltı uğultuya
dönüştü. Cemaat hükümet konağına doğru yürüyüşe başladı. Ne olduğunu anlamadan
kendimi aralarında buldum. Diğer camilerden çıkanlar ile birlikte kalabalık
iyice arttı. Hızlı adımlarla hem yürüyor, hem de ağızlarından salyalar akıtarak
bağırıyorlardı. “ Vali istifa! Vali istifa !” Kentte bu şenliklerin yapılmasına
izin veren valiye hesap soracaklardı. Bedeli
mutlaka ödenmeliydi. Gözlerinden ateşler fışkırıyordu. O ateşler akşam
saatlerinde patlayacak bombanın fitilini tutuşturacaktı. Kimsenin bundan haberi
yoktu. “Kahrolsun Laiklik! Kahrolsun Laiklik !” Laiklik olmasa bu kafirler ellerini kollarını sallayarak dinimize dil
uzatamazlardı. O zaman Laikliğinde allah belasını versindi.
Öfke, tarifi olmayan dipsiz bir
kuyu. İnsanın kendine bile açıklayamadığı karmaşa. Ayağının dibinde biten bir
sarmaşık gibi kontrolsüz bir şekilde
büyür , sarar tüm benliğini. Nefesin
kesilir , gözün kararır. Karşındaki baban olsa, evladın olsa tanımazsın. Hafızan
o anları hiçbir zaman kayıt etmez. Sonrasında ardına sığınacağın bahanelerin
hep hazırdır. “ namusuma dil uzattı, dinime peygamberime laf etti, gözüm
döndü.”
O temmuz sabahının diğer
sabahlardan bir farkı vardı benim için. Her zaman cemaat ile katladığım sevaplarıma,
bu kez cemaat ile birlikte günahlarımı
da ekledim. Özrü yok tüm bu olanların. Arkasına saklanacağım
bir bahanesi de. Özünde hoşgörü olan bir dinin, nasıl olup da bir cehennem
ateşi yakabildiğini , o cehennem ateşinde diri diri canlar alabildiğini hiçbir
zaman anlayamadım. O günden sonra uykularım hep eksik kaldı. Onlar bir kere
yanıp kül oldular , bense her gece rüyalarımda kül olamadan tekrar tekrar
yanıyorum.