24 Aralık 2010 Cuma

tiramisu



Tiramisu tatlı hayatımıza ne zaman girdi bilemiyorum ama ben ilk kez kendisi ile üniversitenin ilk yılında bindokuzyüz doksandörtte nişantaşında mili resürans çarşısının içinde cafemsi barımsı bir yerde tanıştım. Oldukça enteresan bir mekandı. Gündüz vakti bir kadeh kırmızı şarabını içen , ağır gece makyajlı kokoş tipler vardı içeride. Ha senin orada öğrenci halinle ne işin vardı diye soracak olanlara cevabım ise bu tarz ortamları bilmese de her zaman biliyormuş gibi davranan ve buralarda bulunmaktan keyif alan bir arkadaşım sayesinde diyebilirim. Oraya gitmekteki amacımız o güne kadar adını duymadığım ne olduğu hakkında en ufak bir fikre dahi sahip olmadığım tiramisu adlı tatlıyı yiyebilmekten başka bir şey değildi.

Ancak içeriye girdiğimde bu mekanın benim için bir gömlek büyük olduğumu hissetmedim desem yalan olur. Masaya oturduğum andan itibaren adını bile doğru düzgün söyleyemediğim japon işi olduğunu tahmin ettiğim şu tatlıyı yiyip bir an önce üstüme üstüme gelen bu mekandan gitmeyi düşünüyordum. Öyle ki sandalyenin bile ucuna ilişerek oturdum. Arkama yaslanırsam sanki bir daha hiç kalkamayacakmışım ve buraya ait olacakmışım hissi kapladı içimi.

Garson menüyü getirdi. Menüyü açsam kesin tiramisu gibi adını bilmediğim bir sürü yiyecek ve içecekle karşılaşacaımı bildiğimden dokunmadım bile. Nasıl olsa arkadaşım siparişi verecek diye içim rahat elimin tersi ile geri ittim menüyü.

Sonunda beklenen an geldi çattı. Garson kenarı erimiş çıkolata ile süslenmiş tabağı masanın üzerine bıraktığı anda gözlerimin doyduğunu hissettim. O an anladım ki midem de doyacaktı. Çatalın ucu ile bir parça ağzıma atmamla dilimle damağım arasında eriyip gitmesi arasındaki saniyeleri sayamadım. Bİr sonraki lokmalar kocaman kocaman ve hızlı hızlı tükendi. Tabaktaki çıkolata parçalarını sıyırırken bu tatla bu kadar geç tanışmış olduğum için kendime kızdım.

Yediğim bu ilk tiramisunun tadını hiç unutamıyorum. Bunca sene aynı lezzette bir tiramisu daha yemedim. Bir daha aynı yere de gidip yemedim. Belki İstanbuldaki en iyi tiramisuyu yapan yer orasıydı ( eminim değildir ) belki de de ilk kez tattığım için bana öyle geldi.

Bugün hayatımda ilk defa tiramisuyu kendim yapmayı denedim. Bunca sene niye denemedin diye soranlara cevabım . Bİlmem . Tiramisum nasıl oldu henüz bilmiyorum bu konuda ki fikirleri tadacak kişilere bırakıyorum ama ben yaparken nişantaşında adını hatırmalamdığım o mekandaki tadı hayal ederek yaptım. Görüntüsü konusunda bir benzerlik yok bunu biliyorum ama ya tadı.Bunu deneyince hep beraber göreceğiz.

4 Aralık 2010 Cumartesi

Şimdi İstanbul'da Olmak Vardı.

Bir şarkı vardı hani eskilerden...' Şimdi İstanbul'da olmak vardı anasını satayım' diye başlar ' püfür püfür bir vapurun yan tarafında ' diye devam eder . Vakti zamanında memleketinden uzaklara gitmek zorunda kalan insanların özlemini anlatırdı.
Şimdilerde eminim ki bu şarkıyı söyleyen iki kişi var çok çok uzaklarda.... Geçici bir süreliğine de gitmiş olsalar, orada gördüklerinden çok çok etkilenmiş de olsalar eminim ki dönüş yolunu iple çekiyorlar... Biri kara Afrikada (zanzibar-tanzanya-uganda-mısır) acaba gerçekten söylendiği kadar kara insanlar var mı diye merak edip bizzat yerinde görmek isteyen Arzucan , diğeri ise ' ay bana buralarda daral geldi , ben bir gidip jetlag olayım diye önce Kuzey Amerikaya (NY-Boston) giden oradan da buralara kadar gelmişken bir de Güney Amerika yapayım (Bolivya-Peru) diyen Beyocan.
Tam üç haftadır yollardalar. Gezdiler, gördüler,yürüdüler,dağa tırmandılar,aç kaldılar, mideleri bulandı, başları döndü,bir çok yeni insanla tanıştılar vs. vs . Biz de İstanbul'dan adım adım izledik onları bloglarından. http://arzuylabeyhan.blogspot.com/
Ama artık vakti geldi dönmelerinin. İstanbul onları geri çağırıyor umarsızca. Yine adım gibi eminim ki o kadar yer arasında İstanbul gibisine rastlamadılar. Özellikle Arzu :) Çünkü her ne kadar bazen üstümüze üstümüze gelse de burası memleket. Burada sevdikleri insanlar var. Burada onları özleyenler var. Burada hayalleri var. Burada geçmişleri ve gelecekleri var. Tekrar yollara düşebilmeleri için başlangıç noktasına dönüp soluklanmaları gerek.
Ve şarkı devam ediyor onlar için....
Köprüde balık ekmek yemek / Dolmuşa hadi gidelim demek/Ver elini yenikapı,bebek,tarabya/Şu anda oralarda olmak vardı anasını satayım/boğazda köhne bir iskelenin yamacında/tabakta kavun peynir kadehte buz gibi rakı/dilinde yarı acı yarı tatlı bir şarkı/şu anda İstanbulda olmak vardı......

27 Kasım 2010 Cumartesi

Antakya ( Yedik-İçtik-Yedik-Gezdik)


Çok uzun zaman sayıkladık Antakya Antakya diye. Yoğun çabalarımız sonucu Kasım 2009 da aldığımız uçak biletleri ile Nisan2010 da muradımıza erdik. Yola niyetlenirken oldukça kalabalıktık aslında ama iki süpriz minik yolcu sebebi ile gezimize katılamayan Öznur , Esra ve sevgili eşleri anlattıklarımızla yetinmek zorunda kaldılar. Bu gezinin en önemli özelliği ise sekiz aylık kızımız Beren ile yapacağımız ilk grup yolculuğumuz olması idi. İlk başlarda hepimiz tedirgin olmamıza rağmen gezi sonunda göstermiş olduğu uyum sonunda ekibe üye olmaya hak kazanmış oldu.

Az ve öz kişi olmamız sayesinde Adana Havaalanından kiraladığımız 2 araba ile yola koyulduk. Önce Seyhan nehri kenarında güzel bir kahvaltı yaptık. Kahvaltı güzeldi de sabahın bu kör vakti hiç müşterisi olmamasına rağmen, gezme aşkı ile yanıp tutuşan bu aceleci gruba oldukça yavaş servis yapan garsonlara gıcık olduk. Sonradan düşününce aslında onlar gayet normal bir servis yapmışlardı anormal olan İstanbul’un telaşını , aceleciliğini alıp buraya getiren bizlerdik.




İlk durağımız İskenderun un Payas ilçesi oldu. Akdenizin kıyısında kalan bu küçük kasabada tarihi kale, medrese, hamam , ve camisini gezerek gezimizin tarih bölümünü tamamlamış olduk. Tarih bilgim ve ilgim oldukça zayıf olduğu için burada gördüklerim hakkında öğrendiklerimi arabaya biner binmez unutuverdiğim için burada detaylardan bahsedemeyeceğim.





Güneşli ve temiz havayı bol bol içimize çektip , tarihi kalıntlar arasında poz verip çeşitli canon ve nikon deklanşörlerine bastıkdan sonra esas hedefimiz olan Antakya’ya doğru ilerlemeye başladık.

Antakya son dönemde turizm açısından oldukça popüler bir yer olmasına rağmen Antakyalılar bu popülerliğin getirdiği bazı kavramlara pek alışamamışlar gibi geldi bize. Gitmeden iki ay önce yer ayırttığımız oteli bir hafta önce arayıp teyit etmek isteyince ‘ aaa abla ben sizi deftere yazmayı unutmuşum, hiç yerimiz kalmadı ‘ cevabıyla kalakaldık. Kendimizi garantiye almak için ısrarla para göndermek istediğimizi söylediğimizde ‘ ne gerek var canım gelince verirsiniz ‘ demişti oysa görevli arkadaş. Biz de vayyy be demek ki anadoluda işler böyle yürüyor, ne güzel iş valla diye pek bir keyiflenmiştik. Son dakika tüm olanaklarımızı seferber edip bir otelde sekiz kişilk yer bulabildik. Buradaki görevli de her ne kadar para göndermeye gerek yok dediyse de bu sefer biz eşeği sağlam kazığa bağlayıp paramızı önceden gönderdik. Otele vardığımızda burada otel olduğuna bin şahit ister denilecek bir manzarayla karşılaştık. Sanayi mahallesinde tamirhanelerin üst katında , otel olduğunu anlamak imkansız bir yerdi burası. Olaya bir döşek bir banyo olsun bize yeter yaklaşımı ile bakınca pek de rahatsız etmedi bizi bu durum. Bavullarmızı bırakıp Antakya sokaklarını keşfe çıktık.

Açlığımız bizi gezimizin ana amacı olan yemek yenilecek bir yere doğru götürdü. Asi nehri yanında Sultan Sofrası yaptığımız araştırmalar sonucunda uğranması gereken önemli bir duraktı. Ancak öğlen yemek yeme olayını hiç düşünmediğimizden yer ayırtmak aklımıza bile gelmemişti. Nitekim Antakya’nın enfes mezelerini tadacağımız bu mekanda yer bulamadık. Elimize aldığımız oruklarla ( bir çeşit içli köfte) nefsimizi körelttik. Ama ne yalan söyleyeyim aklımız diğer mezelerde kaldı.

Her eski şehirde olduğu gibi buranın da bir kapalı çarşısı vardı. Uzun Çarşı denilen buradaki dükkanlar aradında gezinirken küçük kasaplarda hazırlanıp, ekmek fırınlarında pişen ve kasap önündeki küçük masa sandalyelerde yenen tepsi kebaplarını gördük. Ekibin iki erkeği Hüseyin ve Orhun ağızlarının suyu aka aka bu kebapları yemek istediler ancak biz geri kalan yedi bayan bunu yemek konusunda pek niyetli olmadığımız için hayal kırıklığı içinde peşimizden geldiler. Biz kendimizi akşam yiyeceğimiz enfes mezelere hazırlıyorduk karnımızı löp etle falan dolduramayız dedik ve kendimizi yine meşhur bir döner kebapçısında buluverdik.





Sokaklarda dolaşırken yorgunluğumuzu atmak için tarihi Affan Kahvesinde mola verdik. Burada yine yöreye has Haytalı denilen nisasta ve gülsuyu ile yapılan bir yaz tatlısı denedik. Ne yalan söyleyeyim pek benim damak zevkime göre bir tatlı değildi Haytalı. Ama keyifle yiyen arkadaşlar da yok değildi.



Eski Antakya nın dar sokaklarında dolaşırken enfes fotoğraf kareleri yakaladık.








Akşam için Yol Üstü Lezzet duraklarında önerilen Leban da yer ayırtmıştık. Burası eski bir Antakaya evinin restauranta dönüştürlümüş haliydi. Çıktığınız merdivenler sizi farklı farklı solonlardan geçirip terasa ulaştırıyordu. Salonlar arasında bir irtibat yoktu öyleki o akşam salonun birinde sazlı sözlü bir düğün yemeği varken biz terasda ayrı bir telden çalarak nefis Antakya mezelerinin tadına varıyorduk. Humus , kaytaz böreği, kekik salatası (zahter ) en bayılarak yediğimiz mezelerdi. Ancak bahsedildiği kadar keyif alamadık bir bu mekandan. Uzun uzun oturup sohbet etmek isterdik ama olmadı. Mekan bizi ısıtmadı. Belki de çok yüksek bir beklenti ile gittiğimizden olacak yemekden sonra hemen kalktık.




Ertesi sabah erkenden Harbiye Şelalelerine gittik. Şelale diyince benim gözümde canlanan Düden-Kurşunlu ( Antalya ) , Girlevik (Erzincan ) Şelalelerinde olduğu gibi yüksek bir yerden gürül gürül akan su bekliyordum ki yine bir hayal kırklığı yaşadım.Kısa mesafelerden farklı farklı yerlerde parça paça akan sular gördük.Bu su kenarlarını parsellemiş et mangal lokantaları ile burası bir su kenarı mesire yerinden öte yana geçemedi benim için.





Notlarımız arasında Türkiyenin tek Ermeni köyü olarak geçen Vakıflı köyüne doğru gitmek için tekrar araçlarımıza bindik. Burası organik tarımla özellikle narenciye ürünleri üreten küçük bir köy. Köyde yaşlı bir teyzenin bahçesine konuk olduk. Portakal ağaçları arasında soluklandık.



Burada kilise bahçesinde gelen turistlere satılan içli köftenin tadına baktık, ardından bu köyün az ilerisinde başka bir köyde biber salçası ile yapılan katıklı ekmeğin tadına da baktık. Aslında hedefimiz Çevlik Plajında balık yemekdi ama yolda önümüze gelen her şeyin tadına bakacağız diye midemizde balığa yer bırakmadık.



Köyden ayrılıp deniz ve doğa manzaraları ile birlikte Çevlik plajına doğru yol aldık. Burada Tıtus tunellerine doğru uzun bir yürüyüş yapıp Beşikli Mağaraya vardık.Bu tüneller M.Ö300 yılında tamamen insan emeği ile şehri ve limanı sellerden korumak amacı ile yapılmış. Kucağımızda Beren ile taşlı ve dar yollardan ilerlemek epey yorucu olsa da ekibin kalabalık olması avantajını nöbetleşe taşıma yönemi ile yaşayarak kaya mezarlarının olduğu yere varabildik.












Antakya ya döndükten sonra önce uzun çarşıda tel kadayıfın nasıl yapıldığını görüp öğrenip ondan sonra bir künefecide buraya gelişimizin ana amacına erişmenin mutluluğunu tattık. Künefe ustasına bu işin sırrı ne diye sorduğumuzda aldığımız cevap peynirden çalmayacaksın oldu.





Bu sefer akşam yemeği için Sveyka Restaurantta yer ayırtmıştık. Fasıl eşliğinde oldukça güzel bir mekanda yine yedik yine yedik. Fasıla eşlik ettik. Yediğimiz mezelerin , tepsi kebabının tadları damağımızı çatlattı.

Gezimizin son gününü mozaik müzesine ayırdık. Müzeyi gezerken gördüğümüz her eseri acaba bunu kimler hangi sabırla yapmıştır diye aklımızdan geçirmeden edemedik. Antakya dan ayrılırken hepimizin aklında buraya belediye reisi ya da vali olmak vardı. Neden diyecekseniz o kadar çok tarih, kültür , yemek her şey vardı ki bu memlekette tüm dünyaya pazarlanabilecek , bu şehri kalkındırabilecek , ama gördük ki hiç biri yeterince yapılmamış. Bu duruma üzüldük.

Adana ya dönüş yolunda buraya kadar gelmişken İskenderun’u da bir görelim diyip şehre arabayla turlayıp çıktık. Klasik tabela fotoğrafımızı da çekmeyi ihmal etmedik.


Ve tabi Adana ya kadar gelmişken adana kebap yemeden dönersek ayıp olur düşncesiyle kendimizi bir kebapçı da buluverdik. Önümüze gelen metrelik kebabı yerken gerçekten böyle bir lezzeti İstanbul’da hiç tatmadığımız konusunda hemfikirdik.



İtiraf etmeliyim bu gezi sonunda bir hafta mide yanması yaşadım. Yediğim acilar, baharatlar, reflümü azdırmayı başarmıştı. Ama herşeye rağmen gezimiz amacına ulaşıp hepimizin anılarında çok güzel anlar olarak yerini aldı.

Hep yaptığımız üzere bu gezide bundan sonra nereye gideceğiz planı yapmadık. Biraz oluruna bıraktık herşeyi. Su nasıl olsa yolunu bulur dedik. Değişen hayatlarımızda gün olur yolumuz bir yerde yine kesişir yeter ki isteyelim dedik.































17 Kasım 2010 Çarşamba

bir de bakım yoksun

Bazı kitaplar vardır insanı adıyla vurur. Kitap hakkında hiç bir fikrin olmasa da sırf adı yüzünden okumak istersin. Yazarın bu cümleyi neyin ardından kurmuş olduğunu hayal etmek , bu hayalin peşinden gitmek heyecan verir.

İşte bu duygular içinde aldım kitabı. Arka kapağında yazanları okumadan. Kitabın içeriği hakkında hiç bir fikir sahibi olmadan. Bir ay okuma(yama)dan kah komodinin üzerinde durdu , kah çantamda gezdi. Bu zaman aralığında ben de kitapda neler yazdığının hayalini kurdum. Çeşitli senaryolar geliştirdim. Kesinlikle kaybedilmişlikler üzerine kurulmuş öyküler olmalıydı içinde. Öykülerde birilerine söylemek istediği sözcükleri yıllarca içinde saklayan, o sözcüklerin ağırlığını gittikleri her yere omuzlarında taşıyan ve tam da cesaretlerini toplayıp dile dökmek istediği anda başını çevirip de o kişileri karşılarında göremediği anda şaşkınlık, pişmanlık ve geç kalmışlığın verdiği üzüntüyle ‘ bir de baktım yoksun ‘ diyen kahramanlar olmalıydı.

Kitap öyle akıcı ve güzel bir dille yazılmış ki tabiri yerindeyse bir solukta okuyuverdim. Her öykünün altında bir baba-oğul ilişkisinin geç kalmış hesaplaşması , söylenmek istenmiş ama söylenememiş cümleleri vardı.

Beni en çok ekileyen Portobello da belki de hayatının aşkıyla karşılaşan ama o aşkı yaşamak için ertesi günü heyecanla bekleyip babasını ölüm haberini aldığı telefonla ülkesine geri dönmek zorunda kalan adamın yaşadığı geç kalmışlıktı. Bir yanda babasını kaymetmenin verdiği acı diğer yanda bir daha hiç göremeyeceği aşkını itiraf edemeyeceği bir sevgilinin verdiği acı. Hangisi daha kötüydü acaba ? Birinin diğerinden aşağı kalır yanı yoktu.

Son öykü ise insanda derin izler bırakacak kadar etkileyiciydi. Yine kaybedilmiş bir baba ya yazılmış son bir mektupta, o hayatta iken söylenemeyen kelimeler o yokken nasıl da rahat çıkıveriyor insanın kaleminden buna şahit oluyordunuz.

Bu kitabın adını hayatımızdaki hiç kimseye söylememek dileğiyle , okumanızı ve üzerinde düşünmenizi dilerim. Bir De Baktım Yoksun/ Yekta Kopan /Can Yayınları

30 Eylül 2010 Perşembe

KÖŞE

Eskiden duygularımı, aklımdakileri, yaşadıklarımı unutmayayım diye günlük tutardım, şimdi blog yazıyorum. Ama ne duygularımı yazıyorum, ne aklımdakileri, ne de hayallerimi. Kendimi bir köşe yazarı sanmamı sağlasın diye açmıştım bu blogu. Ama köşe yazarından çok 3 ayda bir çıkan yerel bir mahalle dergisine yazı gönderen biri olup çıktım.

Herkesin bir hayali vardır ya hep olamadıkları bir kişi ya da bir şey olmak isteler. Ben de demek ki bir zamanlar köşe yazarı olmak istemişim. Küçükkken de şair olmak istemiştim zaten , hatta İstanbul'a gelip ona bir tepeden bakınca, galata köprüsüne gidip denize olta sallayınca, vapura binip martılara simit atınca şair olacağımı sanmştım. Yanılmışım. Bunu da çok acı bir şekilde kendini şair sanan bir vatandaşın ' şair olunmaz doğulur ' sözü ile öğrenmiştim. Zaten yurdum nüfusunun %80'ı karaladıkları iki satıra bakıp kendini şair sanıyor, memlekette şair enflasyonu var diye o gün şiir yazmayı bıraktım, şair olmaktan vazgeçtim. Şiir bile okumuyorum artık.Eskiden bildiklerimle idare ediyorum.

Sonra öyküler yazmayı denedim. Aslında öykü denemezdi onlara , kısa kısa anektotlar desek daha doğru olurdu. Hayatımın içinden bir kişiyi ya da bir nesneyi alıp onun etrafına olaylar kurguluyordum. Öykü dediğin şey zaten senden bir parçayı alıp onu şekillendirmek, hayallerinle yoğurmak değil miydi? Değilmiş. Hep bir şeyleri eksikti yazdıklarımın. İçi dolmayan , izlerken boşluklar yakaladığın bitiğinde 'eee ne oldu yani şimdi dediğin '' gişe yapamadığı için vizyondan kalkar kalkmaz televizyonda izlediğin Türk filmi gibi hissediyordum yazdıktan sonra okuyunca onları .

Yazmak için biriktirmek gerek hayatı. Sonra onları hayallerinle yoğurup kısık ateşte pişirmek gerek ocağın üstünde. Hayal kurmak için her gün yaşanan maratonun içinde bir anlığına da olsun durmak gerek. Duramıyorsan bile bir nefes alıp soluklanmak gerek.

Oysa ben artık yemek çabuk pişsin diye ocağın altını açıp yemeği yakan, bırak hayal kurmayı gördüğüm rüyaları bile hatırlayamayan biri olup çıktım. O kadar alıştım ki bu maraton koşusuna nefes almayı bile unutuyorum bazen. İşte o anlarda bu ekranı açıp boş boş bakıp da bir şeyler yazmalıyım demek bile boğazıma basan ve nefes almamı zorlaştıran şeyi alıp götürüyor.
Varsın okuyanım olsun olmasın ben salondaki köşe koltuğun yazarı olayım bana yeter......





7 Eylül 2010 Salı

Bir Kitap Neden Bitmez


Bir insan okumakta olduğu bir kitabı neden bitiremez ki ?Günlerdir bu soruyu soruyorum kendime, sevmediği için mi, akıcı olmadığı için mi, kendine bir şey katacağını düşünmediği için mi? Ya da e şıkkı hiçbiri mi ?
Konusu ne diye sordu kocam anlatamadım çünkü ben anlamadım ki. Bitince nereye varacak bilmiyorum. Anlatılan karakterler hangi sayfada buluşacak bilmiyorum. Ama yazılanlar öyle güzel anlatılmış kelimeler öyle özenli seçilip yanyana gelmiş ki insan okurken mest oluyor. Bu kitap anlatılmaz , özetlenmez ancak okunur.
Peki ama neden bitmez ki? Çok mu kalın ? Yooo 280 sayfa. Çok mu karmaşık anlatmış yazar? Yooo kızarmış ekmeğe sürülen tereyağı gibi eriyor insan okurken . Belki de bitmesini istemediğimdendir.Orada komodinin üzerinde duruyor olması hep okunmaya niyetli olmam hoşuma gidiyordur. Deli miyim neyim anlamadım ki.
Sadece bir paragraf yazıyorum aşağıya, varın siz karar verin okuyup bitirmeli miyim, yoksa öyle sürüncemede mi kalmalı hayatımda? Ya da siz de okuyun ondan sonra neler anlamışız anlatalım birbirimize ...

hayal:Çocuk bahçedeki elma ağacına tırmanıp hayallere dalarmış. Gün boyu inmezmiş ağaçtan aşağı; kimi geceler dallarda sabahlarmış. Sonunda, bu gidişata dayanamayan aile büyükleri kesivermiş ağacı. Çocuk elma ağacından geriye kalan çukurun içine girip elma ağacı olduğunu hayal etmiş. Her sene sulu sulu kütür kütür elmalar vermiş. Her sene gözyaşları arasında elma kompostolarını kaşıklamış aile büyükleri. ( MAHREM/Elif Şafak)

6 Eylül 2010 Pazartesi

DELİ MASALI


DELİnin biri kuyuya bir taş atmış kırk akıllı çıkaramamış. Hikaye işte burada başlamış.

Köyün DELİsi diye kimse önemsemezmiş Aziz'i . Dolanır dururmuş o bağ senin bu bahçe benim. İlişmezmiş kimselere.DELİdir ne yapsa yeridir diye kimse de ona ilişmezmiş. Onu görüp yolunu değiştiren de yokmuş köyde. Kim ne verirse onu yer, kim bir yer gösterirsen orada uyur, kimseyle konuşmazmış. Köyün çocukları ' DELİ DELİ kulakları küpeli diye bir şarkı uydurmuş. Aziz'i gördüklerinde başlarlarmış bu şarkıyı söylemeye. Hepsinin kafasında bir DELİ hunisi Aziz önde çocuklar arkada dolaşırlarmış köyün sokaklarında.
Neden DELİrdiği hakkında çeşitli söylentiler varmış. Bir rivayete göre DELİ divane aşık olmuş hayırsız bir güzele. Kız buna önceleri yüz vermiş sonrasında astarını istemiş. Sevdiği kızın bir başkasına vardığını görünce de divanelik gitmiş DELİlik kalmış üzerinde Aziz'in.
Aşkın tüm DELİlik hallerini yaşamış Aziz. Aç kalmış açıkta kalmış, günlerce uykusuz kalmış. Köyün yanında bir çöl olsa Mecnun gibi kendini çöllere vuracakmış.
Bazen kahvede sohbet edenlerin arasına öyle bir lafla dalarmış ki düşünürmüş köylüler DELİ mi dahi mi diye . Aziz'e olan hayranlıkları bir kat daha artar onun gibi DELİ olmak için can atarlarmış. Bazen de öyle laflar edermiş ki DELİ saçması deyip gülerlermiş ardından.Oysa bilmezlermiş DELİ Aziz''in aklından neler geçtiğini. DELİ Aziz'in bam teline bastıklarında neler olabileceği hakkında bir fikirleri yokmuş.
Bir gün hacı hacıyı mekkede DELİ DELİyi dakkada bulur misali biri çıkmış bizim DELİ Aziz'in karşısına. Demiş ki ona ' ben senden daha DELİyim bas git buralardan, iki karpuz bir koltuğa nasıl sığmazsa iki DELİ de bir köye sığmaz.' Aziz bakmış pabuç pahalı bu DELİ bozuntusunun yerinde gözü var, üstelik çok iyi de DELİ taklidi yapıyor, köylüyü de kandırmayı başarmak üzere bu sahtekardan kurtulmak için ne yapabileceğini düşünmeye başlamış. DELİ bu hiç düşünür mü demeyin, her ne kadar DELİ de olsa bir aklı var, ve her aklı olan insan gibi Aziz de düşünürmüş.
Düşünmüş taşınmış, doluya koymuş olmamış, boşa koymuş dolmamış, az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş, saklamış samanı gelmemiş zamanı. Sonunda almış eline kocaman bir taş gitmiş meydandaki kuyunu başına kahvedeki köylülerin onu izlediğinden emin olduktan sonra bırakmış taşı kuyunun içine. Koca taş kuyunun duvarlarına çarpa çarpa flooooosssshhhhh sesi yankılanarak varmış kuyunun dibindeki suyun içine.Taş öyle bir ses çıkarmış ki kahvede miskin miskin oturan kırk akıllı adam koşmuş gelmiş kuyunun başına şaşkınlıkla. Bir bakmışlar ki koca taş kuyunun dibindeki suyun üstünde öylece durmakta.
Düşünme sırası şimdi kırk akıllıdaymış. Kırk akıllı ile birlikte DELİ Bozuntusu da düşünmeye başlamış. DELİ nin akıllı ile birlikte düşündüğü görülmüş duyulmuş şey değilmiş. O an çıkmış DELİ bozuntusunun foyası ortaya. Akıllı olup ben dünyanın kahrını çekeceğime DELİ olayım da dünya benim kahrımı çeksin diye bu yola başvurmuş. Ama DELi olmak öyle her yiğidin harcı değilmiş. Yol bileceksin yordam bileceksin, bir DELİ nasıl davranır onu öğrenip öyle kandıracaksın akıllı insanları . Ha bir de sadece akıllıları kandırabileceğini, gerçek DELİ ye rastladın mı da anında enseleneceğini unutmayacaksın.
Gelelim şimdi biz kendi masalımızın sonuna. O gün bugündür o taş o kuyuda, kırk akıllı kuyunun başında , DELİ Aziz kahve duvarının üzerinde , DELİ bozuntusu da kendine yeni köy aramak üzere yollarda dolanıp dururmuş. Bize de şu kerevetin üstüne çıkıp düşünmekten başka bir iş kalmamış. Varın siz karar verin akıllı mıyız yoksa deli miyiz diye.

24 Ağustos 2010 Salı

Neye Niyet Neye Kısmet-almanya/fransa/isviçre/İtalya

Temmuz 2010

Bu seyahat fikri ortaya çıktığında ne yalan söyleyeyim oldukça heyecanlandım. Her ne kadar içimde gidebilme umudum olmasa da çok derinlerde bir yerlerde gizliden gizliye gitmeyi çok istedim. Ve bu dört günlük küçük mola 18 aylık yoğun ve bir o kadar da güzel yorgunluğumu üzerimden atmak için bulunmaz bir fırsattı.

Almanya’nın güney sınırında yer alan Black Forest batı yakasında bulunan Freıburg İm Bresque kentine gitmek üzere yola çıktık. İsviçre ,Almanya ve Fransa sınırında bulunan bir kapısından İsviçreye diğerinden da Fransa’ya giriş yapılabilen Bassel deki havaalanının Fransa kapısından çıkarak Almanyaya doğru yola koyulduk.

Freıburg üç ülke üçgeninde yer alan Almanya’nın en sıcak bölgesi olma özelliğinin yanında en eski Üniversitesine de sahip olan , her ne kadar ,Almanya sınırları içinde de olsa Fransa dan sadece 25 km uzakta olmasının da etkisi ile nüfusunun %85 ‘inin Fransızca konuştuğu bir kent.

Kalacağımız Colombi Hotel kentin merkezinde olduğu için bavullarımızı odalarımıza bırakıp akşam yemeği öncesi kentin sokaklarını keşfe çıktık. Zamanımız kısıtlı olduğundan bir saniyesini bile dinlenerek harcamak istemiyorduk. Eve dönünce nasılsa dinlenirdik.

Tarfiğe kapalı sokaklarda gezerken gözümüze ilk çarpan küçük oluklardan akan sular oldu. Öğrendiğimize göre bu sular Kara Ormanlardan (Black Forest) geliyormuş ve kente yazın serinlik veriyormuş. Hemen aklımıza bunu bizim memlekette yapsak kesin içi pislikten geçilmezdi geldi. Oysa burada su o kadar berrak akıyordu ki hava sıcak olsaydı kesin ayaklarımızı sokardık diye düşündük.

Sokaklar bir tiyatro dekorunu andıran rengarenk binalarla doluydu. Tramvay yolunu takip ederek eski şehirlerin olmazasa olmazı saat kulesine doğru yola koyulduk.

Gittiğimiz her Avrupa kentinde karşımıza mutlaka katedral çıkmıştı. Freıburg da da aksi bir durum söz konusu olamazdı ve çok kısa bir yürüyüş sonunda tahminlerimiz de yanılmadığımızı gördük. Sadece katedrali görüntülemek yerine bu sefer katedralin görkemli kapısını kendimize fon yapmayı tercih ettik.

Akşam yemeği için otelde bize özel bir odacıkda yer ayırtılmış. Otelin Michelin Yıldızı sahibi aşçısı tarafından bize özel bir menü hazırlanmış. Ne yalan söyleyeyim Michelin Yıldızı ne anlama geliyor bilmiyordum ve ilk kez o akşam duydum. En kısa manada bu demek oluyordu ki o akşam bizi çok lezzetli tatlar bekliyordu.

Benim gibi bilmeyenler vadır diye burada bahsetmek isterim . Dünyadaki en eyi restoranları yıldızlarla ödüllendiren bir rehber Michelin Rehberi . Michelin lastikleri tarafından 1900 lü yıllarda kamyon ve tır şöförlerine yolda konaklayacakları otel,restoran , pub, benzin istasyonu vs. kolayca bulabilmeleri için piayasaya sürülmüş .Ancak zamanla sacede şöförler için bir rehber olmaktan çıkmış ve dünyanın en iyi restoran ve otellerini yıldızla ödüllenden bir rehbere dönüşmüş. Yıldızlar 1,2 ve 3 olmak üzere veriliyor . En iyi kategori tabi ki 3 yıldız almak. Yıldız bir seneliğine veriliyor ve her sene gizli yapılan denetimlerle geri alınabiliyor. Yıldızların lokantaya ve şefine öyle bir ün, tanınmışlık, müşteri kazancı sağlıyor ki kimse kazandığı bu yıldızları kaybetmek istemiyor.(kaynak: Arman Kırım)

Gellelim otelimizin yıldızlı aşçısının bizim için seçtiği menüye. Başlangıç olarak önümüze gelen küçük ve enteresan atıştırmalıklar , damağımızda oldukça keyifli tadlar bıraktı. Özellikle sadace 2 tatlı kaşığı olarak sunulan minik çorbadaki krema kıvamı bahsedilmeye değerdi.

Ana yemek olarak önümüze sunulan tabakta ise mücver görünümlü bir tavuk ve yine çok kıvamlı bir krema ile pişirilmiş spagetti vardı.Tabaktadaki sunumu ayrı güzel her iki yemeğin tadı ise gerçekten muhteşemdi. Bu yıldızın kerametini ana yemeği yedikten sonra ziyadesi ile anladım. Şef geçekten de haketmiş bu ödülü.

Gelelim tatlı merasimine . Avrupa da yediğim tatlılar benim damak tadıma malesef uygun tadlar değil. Ben geleneksel hamurlu tatlıları baklava şekerpare gibi ve sütlü tatlıları yiyince tatlı yemiş sayıyorum kendimi. Avrupalı ise pastayı sana tatlı diye yutturuyor. Nitekim o akşamda sofraya çikolatalı minik tatlıcıklar ve acıbademli dondurma eşliğinde kremamsı bir tatlı geldi. Her ne kadar tatlı yedim saymasam da kendimi lezzetleri ile bu sayfada yer almayı hakettiler diye düşündüm.

Ertesi gün sabah erkenden Black Forestda Hornberg kasabasında bulunan fabrikayı görmek için yola koyulduk. Bir saatlik yol boyunca bizi eşsiz bir doğa manzarası takip etti.

Yükseklere çıktıkça bulutların arasında kalan ağaçlar korku filmlerinden bir karedeymişiz hissi uyandırdı bize.

Fabrikaya vardığımızda bizi dünyanın en büyük klozeti karşıladı. Rekorlar kitabına girmek için başvurulmuş ama kullanılabilir bir klozet olmadığı için başvurusu değerlendirilmemiş olduğunu öğrenince biraz tebessüm ettik.

Akşam tekrar Freıburg'a döndüğümüzde bu sefer şehri tepeden gören bir restauranta gittik. İnsan bir önceki akşam Michelin Yıldızlı bir şefin yemeklerini yiyince beklentisi yüksek oluyor. Nitekim biz de bu beklenti ile oturduk sofraya ancak doğruya doğru çorba dışında menü de pek de öyle kayda değer bir lezzet yoktu. Aşağıdaki görüntüden de bunu anlamak zor olmasa gerek.

Tatlı olarak gelen Fransızların meşhur Crem Bruleesini yine ilk defa orada tattım. Enteresan bir tat olmakla beraber yine tercih sıralamamda ön sıra olan bir tatlı olmayacaktır.

Ertesi gün Freıburg da geçireceğimiz son gündü. Biz yemeyip içmeyip uyumayıp önceki ki iki günde kentin altını üstüne getirdiğimiz için gezecek bir yer kalmamıştı. Biz de buraya kadar gelmişken Fransa ya da bir uzanalım diyerek Strasbourg'a doğru yola çıktık. Gördüklerimizden sonra şimdi düşünüyorum da iyi ki de gitmişiz bu güzel kente diyorum. Bence burası gerçekten gördüğüm en romantik kentti diye düşünüyorum. Herkes Paris'in romantikliğinden bahseder ama ben orayı görmediğim için benim için şimdilik Strasbourg romantizmin tek adresi diyorum.

Önce mini tramvay ile küçük bir şehir turu yapıyoruz. Şehrin ortasından geçen bir nehir ve bunun etrafına sıralanmış çok güzel eski binalar var. Görkemli ağaçlar ve rengarenk çiçekler ise bu görselliği tamamlamak için figüran rolü oynuyor.

Her ne kadar katedrallerin büyüklüğü, soğuk taş kaplamaları genelde beni ürkütse de yine de bu görkemli yapılar her zaman dikkatimi çekmiştir.

Gutenberg Meydanındaki atlı karınca insana çocuk olma özlemini hatırlatıyor.

La Petite France denilen bölgeye gelince gördüğüm güzellikler karşısında resmen dilim tutuluyor. Sanki bir masal dünyasındayım da birazdan Hansel ve Gratel köşeyi dönüp karşıma çıkıverecekmiş gibi oluyorum.

Burada müsadenizle masalın içine dalıp kendimi başrole koyuyorum........

Bu güzel yerde tabiki çok güzel bir Fransız restoranında yemek yemeden dönmek olmaz diye düşünerek gözümüze çarpan eski bir binaya giriyoruz. Maison Des Tenneurs yerin adı. Oldukça klas bir yer .

Menü önümüze geliyor ama anlamak ne mümkün her şey Fransızca . İngilizce bilen biri yok mu diye sorunca Şef garson soluğu yanımzda alıyor . Şefi görür göremez bir korku alıyor bizi çünkü filmlerdeki 'soğuk katil ingiliz uşak' tiplemesinin aynısı kendileri.

Ve o dakikadan sonra adı katil uşak kalıyor Richard 'ın. Bizim Türk olduğumuzu öğrenince epey ilgileniyor bizimle sonradan öğrenyoruz ki vaktiyle İzmirli bir bayanla bir birliktelik yaşamış ve onu hiç unutmamış .

Ve bize yiyebileceğimiz. çok güzel yemekler öneriyor. Beyhan soğan çorbası ve salatayı tercih ederken ben de beyaz şaraplı kremalı mantarlı enfes bir tavuk yemeği ve ev makarnasında karar kılıyorum. Ve bir kez daha anlıyorum ki bu Fransızlar gerçekten kremanın kıvamını süper tutturuyorlar. Bu da yemeğe gerçekten tarifsiz bir lezzet veriyor.

Ana yemeğe geçmeden önce Richard'ın bize bir kısa çorba ikramı oluyor. Bundan üç dört sene önce Beyoğlunda bri yerde Öznur,Arzu ve ben toplu doğum gün kutlamaya gittiğimizde karşımıza çıkmıştı bu kısa çorba. Arzu'ya epey laf etmiştik 'nereden buldun bu kısa çorba yerini, dişimizin kovuğuna bile gitmedi ' diye. Şimdi kendisine teşekkür etmeyi bir borç biliyorum bize kısa çorbayı öğrettiği için aksi halde önümüze gelen bu ikarma tuhaf tuhaf bakmak durumunda kalacaktık.

Yalnız şunu belirtmeden yine geçemeyeceğim, çorbanın tadı damağımızda kaldı. Koca bir kase olsa sadece çorba içmeye bile razı olurduk.

Restoranın balkonundan görülen manzara için söyleyecek pek bir söz yok sanırım. Yolunuz düşerse uğramanızı şiddetle tavsiye ederim.


Sokaklarda gezerken dükkanlarda satılan leylek oyuncaklar, leylekli kartpostallar dikkatimizi çekiyor. Bu leylek olayı nedir diye sorunca bizi kentin diğer ucunda yer alan Parc de L'orangerie parkına yönlendiriyorlar. Uzun bir kent yürüyüşü sonrasında parka varınca buna değdiği kanaatin varıyoruz.

Yol boyunca gördüğümüz güzellikleri ise kelimelerle anlatmaya gerek olmadığını düşünüyorum.

Veeee işte o anda bize nelere mal olduğunu bilmediğimiz leylekler. Onları bol bol havada uçarken gördük ve bu sene leylekler gibi gezmeyi diledik.. O kadar içten dilemişiz ki ve o kadar temiz kalpliymişiz ki dileğimiz daha biz evimize dönemeden gerçek oluverdi :)

Gezimizin bu son gününde İzlanda'da patlayan bir volkan sayesinde tüm Avrupadaki hava sahası kapanınca buralarda mahsur kalıverdik. Tabi burada mahsur kelimesini kullanmak ne kadar doğru olur tartışmaya açıktır.

Tabi bütün bunlardan O sokak senin bu sokak benim gezdiğimiz Strasbourg da , tabanlarımıza kara sular inip de trene bindiğimiz ana kadar habermiz yoktu. Çok değişik bir duyguydu yaşadıklarımız.. Gitmek isteyip de gidememek, ne zaman gidebileceğini bilememek, ve evde seni bekleyen sadece 4 günlüğüne bıraktığını bildiğin ama kaç gün ayrı kalacağını bilemediğin bir bebeğinin olmasını bilmek gerçekten içinden çıkılabilesi bir durum değildi. Öte yandan aç değildik açıkta değildik, havaalanına kadar gidip orada yersiz yurtsuz kalmış değildik. Otelde oturup halimize ağlamak yerine bir harita edindik ve gidebileceğimiz yakın yerleri işaretlemeye başladık. Bizim yerimize evimize dönebilmemiz için çabalayan insanlar nasılsa vardı ve otelde oturup dertlenmeye hiç de niyrtimiz yoktu.

Sabah kalkıp da o gün kesin uçak olmadığını öğrenir öğrenmez soluğu tren istasyonunda aldık. Ve Baden Baden'e giden ilk trene atladık.

Şehrin ortasında kocaman bir park vardı. Bizde şehrin içindeki yeşillik kavramı üç beş ağaçtan oluşurken burada ise nehrin etrafına serpiştirilen ağaçlar şehrin otasındaki bir ormandan farksızdı.

Burası gördüğümüz kadarı ile genelde zenginlerin ve yaşca olgun insanların tercih ettiği sakin ve bir o kadar da kalabalık bir tatil beldesi gibiydi. Şehrin göbeğinde kocaman bir casino su olması bize bunu kanıtlıyordu.

Dönüş yolunda her zaman dakiklikleri ile övünülen trenlerin 1,5 saatlik rötarı ile karşılaşınca acaba sorun bizde mi diye düşünmekten kendimizi alamadık.

Ertesi sabah o gün de uçamayacağımızı öğrenince nereye gidelim diye lobide düşünürken resepsiyon görevlisinin tavsiyesi ile Black Forest ta yer alan bir tatil kasabası olan Tittisie ye gitmeye karar verdik.

Önce küçük tur treni ile ormanda mini bir gezinti yaptık, yeşile ve doğaya doyduk.

Bu küçük kasaba tam da pazar gezmesi yapılacak şirin bir yerdi. Döndüğümüzde resepsiyon görevlisine teşekkür etmeyi ihmal etmedik.

Evleri ,sokakları ve gölü ile tam da huzur kasabasıydı. Kara ormanların en meşhur şeyi ise guguklu saatleri imiş, küçüğünden büyüğüne envayi çeşit saati görmek mümkün oldu.

Pazartesi günü hala dönüş yapacağımız Basel havaalanını açılmadığını öğrenince daha fazla burada kalmamızın bir anlamı olmayacak düşüncesi ile karayolu ile hava sahası açık olan 994 km uzaklıktaki Roma'ya gitmeye karar verdik. İsviçreyi kuzeyden güneye geçip Milano,Bologna,Floransa ve Roma istikameti ile yola çıktık.

Akşam beşte yola çıkamadan önce otelin karşısındaki çimenlikte biraz keyif yapalım düşüncesi ile yere serildik .Gördüklerimizi hep fotoğraflayacak değiliz ya bu sefer de karalayalım dedik. Tabi ki resim yapma konusunda oldukça yeteneksiz olan bendeniz konuyu uzmanına bırakmayı tercih etti ve çıkan sonucu görünce de buna pişman olmadı..

İsviçre'iyi geçerken hava aydınlık olduğu için Heidi nin dedesinin dağlarını göllerini görme imkanımız oldu. Anladık ki doğa İsviçreye oldukça cömert davranmıştı. gördüğümüz manzaralar muhteşemdi.

Sabah Roma havaalanına vardığımızda saat yediydi. Uçağımız ancak saat üçte kalkabildi. Yorgunluktan bitmiş bir halde koltuğa yaslandığımızda düşündük ki biz bu geziden çok şey öğrendik.

1) Gezmek tozmak iyiydi de her şey kararında güzelmiş.

2) Dört gün diye yola çıkmıştık ama yedi günde eve dönebildik .Neye niyet neye kısmet.

3) Avrupa çok küçükmüş , yedi günde dört ülke gördük.Bir yedi günümüz daha olsaydı Avrupa kıtası bitmişti.

4) Tedbiri elden bırakmamak lazımmış,kalacağın gün sayısından fazla kıyafet almak gerekmiş yoksa gereksiz alışveriş yapmak zorunda kalınıyormuş.

5) Sanırım kocamın beni bir daha yalnız başıma bir yere göndermesi için hafızasından bu yedi günü silmek gerekecek. ;)