17 Kasım 2012 Cumartesi

EGE SAMOS'U / AKDENİZ MEİS'İ


Adalar hep oradaydı... Ege kıyılarındaki tatil beldelerine gittiğimizde denizin öte tarafında  ışıkları gözüken karaya oldukça yakın bir o kadar da uzaktılar.  Çeşitli sebeplerle meşhur olanların dışında isimlerini bile bilmezdim. . Aslında çok da merak edilecek bir yanları olduğunu  sanmıyordum ne de olsa  aynı denize kıyısı olan bir memlekette yaşıyorduk. Aynı denizden çıkan balıkları , isimleri farklı olsa da aynı mezeleri yiyor , iki tıngırtı  duyunca dans etmeye başlıyor ,  aynı anasonlu içkiye  bayılıyorduk. Bir deniz iki toplumu birbirinden ayırmış ama aslında bir o kadar da birleştirmişti.

Bu sene ne oldu bilmiyorum ama bir Yunan adası sevdası aldı gitti tüm memleketi. Çevremde kime sorsam tatilde ne yapıyorsunuz diye Yunan adalarına gidiyoruz dediler. Fiyatlarının  bizim kıyılarla kıyasla  uygunluğu mu , tatil beldelerimizde turistlere yaşatılan vıcık vıcık misafirpervelikleri (!) görmekten  sıkılmak  mı,    feribotla ulaşımının kolaylığı mı , Yunanistan ın içinde bulunduğu ekonomik dar boğaz boğaz sebebi ile bize kucak açışı mı sebep oldu bilemiyorum . Ama  sebep her ne olursa olsun biz de bir değişiklik deniz tatilimizi Samos (sisam ) da geçirmeye karar verdik.

Kuşadası'ndan  her sabah kalkan feribotla adaya ulaşım oldukça kolay ve zahmetsiz. Sadece otelinize gidip deniz otel arası bir tatil istemiyorsanız bir araba kiralamanız şart. Adanın bir çok koyu , ve plajı var oraları rahat gidip gelmek için biz de araç kiralamayı tercih ettik.

Otelimiz  adanın kuzeyinde yer alan  Kokkari Plajındaydı. Denize sıfır , manzarası nefis bir oteldi. Kaldığımız beş gün boyunca rüzgarın kuzeyden çok şiddetli esmesi sebebi ile maalesef  burada hiç denize giremedik. Denize girebiliyor olsaydık inanın adanın bu küçük kasabasında kalıp bir yere kıpırdamazdık. Sessiz ve sakinliği , cafeleri ,  restaurantları ile çok keyifli bir tatil beldesiydi burası. Kıyıda yanyana sıralanan cafelerin önü plaj olarak kullanılıyor.  Yemek yemek için gittiğiniz yerde canınız isterse ' ay ben bir de şu suya bir dalıp çıkayım'  diyebiliyorsunuz. 

     Adada  olmanın en güzel yanı  dalgalı ve rüzgarlı denize girmeyi sevmiyorsanız   adanın diğer tarafına geçip dümdüz bir denize girme imkanına erişebiliyorsunuz. Biz de öyle yaptık her sabah kalktığımızda rüzgarın yönüne bakıp denize gireceğimiz adanın diğer tarafındaki Psili Amos ve Potokaki koylarına  gittik. 

      Denizin güzelliği için söylenecek çok fazla bir söz yok , aynı denizden bizim yakada da var. Ama plajlar gayet güzel , deniz süper temiz ve berrak ancak benim için fazlası ile soğuktu. Akdeniz çocuğu olarak sıcak deniz seven olan ben maalesef çok kısa zamanlarda denizde kalabildim. Denize girişim çeşitli bağırtılar eşliğinde  çıkışım ise koşarak ve titreyerek oldu. Egenin bu soğuk suları sebebi ile Samos'dan sonra Kuş adası'nda devam etmeyi planladığımız tatilimize daha güneye inerek Akdenizde tamamlamaya karar verdik. 

      Kaldığımız günler boyunca her gün balık ve türevlerini yedik. Greek salata, zaziki,kabak kızartması, börek , dolma   hepsi bizim ağız tadımıza gayet uygun  ve yakın lezzetlerdi. Ama itiraf edeyim kalamarlarını sevmedim . Bizim kalamarlarımızın eline su dökemezler. 
Kokkari de Meltemi 'de yediğimiz balığın tadı damağımızda kaldı. Pisagor da ki Thanasis Sister meze evinde yediğimiz mezeler ise gerçekten tadılması gereken lezzetlerdi.

Yemek yediğimiz tüm yerlerde insanların gayet sıcak yaklaşımları ile karşılaştık. Bu insanlarda bizim gibi sıcak kanlı , misafirperver insanlardı. Televizyonlarında  oynayan Türk dizilerine bayılıyorlar ,Türk olduğumuzu anladıklarında ise izledikleri dizilerin karakterlerinin isimlerini söyleyip yüzlerinde hayranlık uyandıran bir gülümsemeyi yapıştırıveriyorlardı . Otelde ki temzilikçi kız  Sıla daki Boran Ağa ya , Kahvaltı yaptığımız cafedeki kız da Sultan Süleyman'a hayranlığını   söylemeden edemediler. 
Samos'dan sonra  daha güneye inme fikri ile tekrar yola koyulduk. Bir kere yunan adası tatili yapacağız dedik ya güneyde başka hangi adaya gidebiliriz diye düşünürken Kaş'ın karşısındaki Meis adasında karar kıldık. Hem Akdenizde bir adaydı ( deniz sıcaktır kesin ) ,hem bizim kıyılarımıza en yakın adaydı. 

Meis adası günü birlik gidilebilecek on dakikada tüm kıyı şeridi yürüyerek gezilebilecek, teknelerin  arasından denize girilebilecek , kuş uçmaz kervan geçmez sessiz sakin tam  kafa dinlenecek, oturup kitap okunacak (yazılacak) , aşıksan şiir yazılacak, mecnunsan  sarhoş olunacak,  denizden ne çıkarsa yenilecek , kafayı bulunca masaların üzerine çıkıp sirtaki yapılacak, kısa diyaloglardan uzun bakışmalardan oluşan sanat filmi çekilecek , saate bakmanın hiç bir anlamı olmayan  şirin bir kıyı kasabası. 






Ben burayı adayı gerçekten çok sevdim. Yukarıda saydığım şeylerin dışında burada  en önemlisi huzur vardı diyebilirim. İstanbul'un  insanın ruhunda açtığı derin yaraları sarabilecek bir hava vardı bu adada .Belli bir süre gelip burada ruhunu tedavi edip bambaşka bir insan olarak geri dönülebileceğine inandırdı burada geçirdiğim  bir kaç saat. 


10 Kasım 2012 Cumartesi

DÖRT MEVSİM TURİZM CENNETİ :İSVİÇRE


Bu  gezi   rotamız  tamamen tesadüfler eseri oluşmuştur.

Gideceğimiz yere bu sefer biz değil de banka kartmız  karar verdi ve kendimizi İsviçre yollarında bulduk. İsviçre hakkında bildiğimiz çok fazla bir şey olmamakla beraber , neden hiç bir gazete tatil sayfasında , ya da bir tatil sitesinde İsviçre'nin herhangi bir kentine tur olmadığını bizzat yaşayarak gördük ve öğrendik. Çünkü İsviçre biz Türkler için oldukça pahalı bir memleketmiş. Bunun ispatı olarak da orada kaldığımız beş gün boyunca bizim gibi gezen tek bir Türk'e rastlamamış olmamızı gösterebilirim. İsviçre de gezen millet uzak doğunun çekik gözlü insanları sadece....
İsviçre dağlık bir bölgede , denize kıyısı olmayan dört koca ülke arasına sıkışmış   olmamasına rağmen , kendine dört mevsim yaşanacak  çok güzel bir turizm oluşturarak bence harikalar yaratmış. Dağların arasındaki gölleri kendilerine deniz yapmışlar , yelkenliler , vapurlar, martılar fazlası var eksiği yok. 
Konaklamak için Luzern 'i seçip trenleri kullanarak Zurich, Lozan, Bern şehirleri arasında günübirlik turlamayı tercih ettik. Ülke o kadar küçük ki , bir ucundan  diğer ucuna  dört saatte varabiliyorsunuz. Bu da bize aynı güne birden fazla şehir sığdırma imkanı sağladı. Swıss pass denilen toplu taşıma bileti ile  4 günlük tüm tren,otobüs, vapur vs taşıma araçlarını kullanabilme imkanı ile dolandık durduk diyebilirim. 

Ülkenin pahalı olduğu bir gerçek. Her bir öğün yemek için ortalama 80-100 TL arası para harcıyorsunuz. Bu menünün içinde ne var derseniz  1 napoliten makarna, 1 margarita pizza ,  1 adet kola ve su. Kaldığımız otelde kahvaltı olmadığını bildiğim için en azından kahvaltıdan ekonomi yapalım diye yanımıza  evde yapmış olduğum patatesli börekleri aldığım için  hiç pişman olmadığımı itiraf edeyim . Bizi 2 gün idare etti sevgili ev yapımı böreklerim.
Luzern etrafında dağlar yükselen ortasında , gölü olan , yeşil ve maviyi bir arada göreceğiniz , arnavut kaldırımlı sokakları , duvarları resimlerle süslenmiş eski binaları , sokaklar arasına sıkışmış küçük meydanları, ve neredeyse her meydanda yer alan küçük ama bir o kadar da görkemli havuzları ile güzel ve huzurlu bir şehir. 

Zaten her zaman söylerim eğer bir şehirde su varsa nehir, göl deniz fark etmez  o şehrin güzel olmaması için hiç bir neden yoktur. 
Şehri gezmeniz bir gününüzü ya alır ya da almaz . Ama Luzern'e gidip de esas görmeniz gereken iki yer var biri RIGI diğeri PILATUS dağları ... Her ikisi de birer gününüzü alır ama inanın her şeye değer. Bu iki dağı bir sonraki yazımda detaylı anlatmayı planlıyorum. 


Booking.com dan bulduğumuz Etapotel  Avrupada bir çok şehirde yer alan bir zincir oteldi. Fiyat olarak diğerlerine göre ve İsviçre koşullarına göre  oldukça ucuz olması bizi başta endişelendirse de görünce neden bu kadar ucuz olduğunu anlamış olduk. Odalar minimum metrekare ve kullanım alanı olarak tasarlanmıştı. Bildiğiniz en ucuz malzeme  kullanılarak oldukça temiz , konforlu (!) ve sadece uyumak için kullanacaklarından ucuz gezmeyi seven insanlara göre yapılmış bir yerdi. Üç yatak olduğuna aldanıp 3 kişi de kalırız ne olacak canım diye aman sakın düşünmeyin :) 
Mavinin ve yeşilin bu kadar güzel bir arada olduğu bir yer daha önce görmedim  desem inanır mısınız? 






Bern 'e varıp da trenden indiğimizde gökyüzünde gezinen kara bulutların bizi burada yakalayıp ıslatacağından artık emin olduk. Zira iki gündür peşimizde dolaşan bulutlardan  nihayetinde bir yerde kaçamayacağımızı biliyorduk. Ama şehri görünce yağmura yakalanmaktan korkulmayacak bir  yer olduğunuz anlamış olduk . Tıpkı Bologna da olduğu gibi burada da ana caddelerdeki binalar önlerindeki yağmurda gezilebilsin (!) diye üstü kapalı yapılmıştı . Böylece ıslanmadan gayet de güzel gezdik İsviçre'nin başkentini  :)  
Ana caddeden ilerlerken dikkatimi çeken şey belli aralıklarla  çeşitli heykellerle süslenmiş küçük havuzların olmasıydı. Eminim  her birinin bir anlamı vardır ama maalesef biz bu konu hakkında bir bilgi edinemedik . Bir çaba sarf  etmedik desek daha doğru olur :) 

Bern'i tepeden seyredilecek en güzel yerinin bir Gül bahçesi olduğunu duyunca  yağmura rağmen soluğu orada aldık.  Bahçeye vardığımızda ise bahsedilen güllerin bizim bildiğimiz  Isparta gülleri olmadığını anladık. Bunlar rengarenk  orman gülleriymiş . 

Bern de  dolaşacak fazla bir yer bulamayınca hadi Lozan'a gidelim dedik. Orası daha güney belki daha sıcakdır diye soluğu tren istasyonunda aldık. Swıss pass ımızn olmasının verdiği rahatlıkla bindik trene ve İsviçre'nin güneyine indik. 

Burası gerçekten bildiğimiz güneydi.Üstümüzde ki kabanları çıkardık başladık yolları arşınlamaya.Ancak burası diğer kentler gibi düz olmadığından elimizde bebek  arabası yokuş yukarı tırmanırken epey efor harcadık.


Kuzeyi ile güneyi arasında fark var İsviçre'nin. Luzern de Almanca konuşulurken , Lozan da Fransızca konuşuluyordu. Lozan da menüler de kreplere rastlarken Luzern de fondü , ve bir çeşit patates yahnisi diyebileceğimiz Rosti ye rastlıyoruz. Biz her zaman olduğu gibi tercihimizi genelde  bildiğimiz makarna ve pizzadan yana kullansak da Lozanda sebzeli Krep , Luzern de de rösti nin tadına bakmadan dönmedik. Erimiş peynir yemekten pek hoşlanmadığım , ve kokusuna dayanamadığım için föndü yemeyi tercih etmedim. Buna pişman mıyım ? Hayır değilim , yine gitsem yine erimiş peynir yemem. 
 Krep oldukça lezzetliydi diyebilirim ama , 19 CHF  vererek yediğimiz  Rösti denen sadece haşlanmış patatesi rendeleyip üzerine kızarmış mantarı ekleyerek geleneksel bir yemek yaptıklarını sanan İsviçrelilere diyecek tek bir lafım var bizim ülkemize gelin de geleneksel yemek nedir görün. Sadece bu yemek için verdiğimiz paraya inanın çok acıdım. Eğer bir gün yolunuz düşer de İsviçre'ye giderseniz merak edip de rösti yemenize inanın hiç gerek yok. 

İsviçre  gezimiz boyunca değişken hava koşullarına uyum sağlayabilmek adına lahana gibi giyinip soyunarak bize bu noktada çok yardımcı olan bebek arabamızı burada anlatmadan geçemeyeceğim. Çocuk yorulduğunda onu taşıyan , bunun dışındaki zamanlar da ise üstümüze giydiğimiz tüm lahanaları, sırt çantamızı, yiyeceklerimizi ,fotoğraf makinamızı , kızın portatif  tuvaletini, taşıyan bu alet gerçekten müthiş  çok amaçlı bir performans gösterdi diyebilirim. 

Esas görülmesi gereken İsviçre'nin dağları ve parklarında görüşmek üzere diyerek  2012 mayıs  ayında yaptığımız bu gezinin biraz geç kalmış yazısını sizlerin yorumlarına gurulra sunarım. .....

6 Mayıs 2012 Pazar

YİNE YENİDEN FREIBURG

      Çok uzun zaman oldu değil mi bir yerden bir yere gitmeyeli...Bir otel odasında uyanmayalı....Mini barı açıp küçük çikolataları mideye indirmeyeli. Sabahın köründe kalkıp acele ile bir şeyler atıştırıp elimize haritayı alıp kendimizi sokaklara vurmayalı.... Tatil arkadaşım ile birlikte zamanımız geldi galiba yola çıkmaya demiştik ki benim için çantadan süpriz olarak çıkan  üç günlük bir   iş gezisi üstümde ki ölü toprağını atmak için bir fırsat oldu. Tabi ki iş gezisi de olsa , üç gün kadar kısa bile olsa , daha önce gidip gördüğüm bir yer de olsa , bunu  keyfe dönüştürmemek için bir bahane olamazdı benim için. Nitekim gayet de güzel dolu dolu geçen   bir üç gündü.
   Tam iki sene önce  yine nisan ayında gitmiştim Freiburg ' a. Çok maceralı bir geziydi benim için. Üç günlüğüne gidip patlayan bir yanardağ yüzünden  Avrupada iptal edilen uşak seferleri sebebi ile  yedi   günde dönebilmiştim. Bu maceramı merak edenler http://kelimelerarasinda.blogspot.com/search/label/freiburg linke tıklayarak bu  yazımı da  okuyabilirler.....
   
     Geçen sefer marjinal gezgin  arkadaşlarım  http://arzuylabeyhan.blogspot.com/ blogunun  sahiplerinden Beyhan ile bu kente gitmişken  bu sefer bloğun diğer  sahibi Arzu ile  gitmek ayrı bir mutluluktu  benim için. İkisi de bu şehri ayrı ayrı ama benimle birlikte gördüler :) Tabi burası onların  gezdikleri yerler kadar enteresan , macera dolu bir kent   olmasa da yine de Arzu ya  burada yaşanabilir dedirtmeyi başardı.  
     Kaldığımız otel şehrin içinde küçük sevimli butik bir oteldi. İçini karıştırabileceğim bir mini barı, eşantiyon şampuan ve bonesi , tek kullanımlık terlikleri   yoktu ama her zaman olduğu gibi benim için sorun değildi. 
      
      Kaldığımız günler boyunca sürekli yağmur yağdı ama bu bizim arnavut kaldırımlı sokakları arşınlamamıza engel değildi. Şeker değildik ki eriyelim mantığı ile çıktık yola . En fazla ayakkabılarımız  su alırdı ben de hazır bahane yaratarak kendime su geçirmez bir ayakkabı alırdım. Nitekim aldım da :)

     Freiburg da anlatılan bir rivayete  göre sokaklardaki kanallara bekar birini iterseniz  o kişi evlenirmiş . Ben de bunu ispatlamak için gerekli kişileri kanala itme teşebbüsünde bulundum ama başarıya ulaşamadım.  Keramet Freiburgda   da ıslanmak ise ha kanala düşmüşsün  ha yağmurda ıslanmışsın  ikisi de aynı kapıya çıkıyor değil mi ? Bekleyelim ve görelim derim ben. 

     Feiburg bir alışveriş cennetiymiş. Geçen sefer bunu pek tecrübe edememiştim ama bu sefer ara sokakları gezerken ne kadar  enteresan dükkanlar olduğunu görme imkanımız oldu. Öğrendiğimize göre Fransa ve İsviçre sınırında olan bu kente alışveriş için gelen epey insan oluyormuş. İsviçrenin avrupanın en pahalı şehri olduğunu öğrendikten sonra ( bu konu ile ilgili çok yakın zamanda daha detaylı yazılarım olacak beni bekleyin ) kasalardaki muazzam kuyruğa bir anlam verebildim. 
     Bu arada Kara Ormanların ( blackforest) yine o muhteşem doğasına hayran kaldım.Yeşilin bin bir tonu, bulutlara uzanan ağaçlar, yağmurda ıslanan çimenler huzur bulmak için yeterdi. Meşhur kara orman tavuğunu görmek için yol boyunca gözümü dört açtım ama maalesef  ancak dondurulmuş ve doldurumuş bir tanesi ile karşılaşabildim. Bizim bildiğimiz tavukalara göre biraz irice olan bu hayvan , bana bir tavukdan çok bir kartalı çağrıştırdı diyebilirim.

       Yediklerimiz ve yemediklerimizden de bahsedecek olursak zor bir geziydi diyebilirim.Arzu ile beraber yürüttüğümüz 2 haftalık dengeli beslenme olayına küçük bir almanya molası vermiş olduk. Önümüze gelen her şeyi yedik içtik diyebiliriz kısaca. Geleneksel  kendi biralarını üreten Martinsbräu'da   yediğimiz kremalı sarımsaklı  soğan çorbası  ve   http://www.greiffenegg.de/ linkde detaylarını göreceğiniz  muhteşem Freiburg manzarası eşliğinde yediğimiz kremalı balık  ve crem brule bizim dengeli beslenmeyi alt üst etmeye yetti de arttı bile.

Bunlar yediklerimizdi . Yemediklerimiz ise sadece vitrininden bakmakla  yetindiğimiz aşağıdaki tatlılar oldu.
Bir daha yolum Freiburg'a düşer mi bilemem ama eminim ki yine aynı keyifle sokaklarında yürür, aynı keyifle yemeklerini yer, yine aynı kahkahaları atar ve yine aynı  güzellikler ile dönerim.
Not: Fotoların bazıları Arzu ya ait olup burada kullanmama izin verdiği için teşekkür ederim. (aslında izin almadım ama olsun, bu da bir nevi izin talebi sayılır :))