16 Mart 2015 Pazartesi

CEHENNEM ATEŞİ

 
 Delinin biri kuyuya bir taş atar kırk akıllı çıkaramaz. O gün bugündür  kuyuya o taşı atan deliyi arıyoruz. Aklımızda, yüreğimizde, vicdanımızda.
      O temmuz sabahının diğer sabahlardan bir farkı yoktu benim için. Sabah ezanı ile uyanıp , caminin yolunu tutmuştum. Cami, oturduğumuz sokağın köşesindeydi.  Babam her zaman  “cemaatle kılınan namazlar, tek başına kılınan namazlardan daha sevaptır” derdi. İyi bir evlat, iyi bir insan, iyi bir  mümin olabilmek için babamın sözünü hep dinledim. Yaradan için ibadete her çağrıldığımda üşenmedim, sevaplarımı katladım.
     Eve dönüp kahvaltı yapmak yerine fırından iki poğaça aldım. Yetiştirmem gereken siparişler vardı. Dükkan camiden iki sokak aşağıdaydı. Bakkalın önünden geçerken yere bırakılan Hakikat Gazetesinin sür manşetine gözüm takıldı “ Müslüman Mahallesinde Salyangoz sattılar.” Önceki gün Pir Sultan Abdal şenlikleri için şehre gelen yazarlardan birinden bahsediyordu. “Tövbe tövbe ne cesaret varmış be adamda. Şeytanın ayeti mi olurmuş.”
    Sabahları serin olur bizim buralar. Sessizdir de. Camiden çıkan cemaat vakit kaybetmeksizin ekmek kavgasına tutuşur. Açılan kepenklerin  gıcırtısı, yırtar sessizliği. Dükkanların  önleri süpürülür. Tahta sandalyeler kapı önüne çıkarılır. Kahvenin çırağı çoktan demlemiştir çayı. Yüzünde gülümsemesi eksik olmaz tavşan kanlarını dağıtırken. Kimse kimsenin tavuğuna kışt demez.
   O temmuz sabahının diğer sabahlardan bir farkı yoktu benim için. Saatler sonra bu göğün altında yaşanacaklardan hiç kimsenin haberi yoktu. Sıradan bir güne uyandığımızı sandık. Issızlığın ortasında çıkacak feryat figandan , gökyüzünü aydınlatacak cehennem ateşinden, göz gözü görmeyecek dumandan nasıl haberimiz olabilirdi?
    Sokakta her zamankinin aksine tuhaf bir hareketlilik vardı. Şenlik kapsamında bir takım etkinliklerin yapıldığı medrese, iki dükkan ötemdeydi. Bir tarafta saz çalıp türkü söyleyenler, diğer tarafta kitap imzalayanlar. Kapının önüne çıkmıştım ki ,kulağıma gelen o sazın  sesi ile iç geçirdim.  “Sivas ellerinde sazım çalınır. Çamlıbeller bölük bölük bölünür. Yardan ayrılmışam bağrım delinir. Katip arzuhalim yaz yâre böyle.” Küçüktüm . Kapı komşumuz Ali Haydar amca, uzun kış gecelerinde toplardı konu komşuyu eve. Duvarda asılı duran sazını alıp o yanık sesi ile başlardı bu türküyü söylemeye. O söylerdi ben ağlardım. Çocukluk işte , o yaşta insanın ne derdi olur? Dokunurdu sesi yüreğime. Toprağın bol olsun Ali Haydar amca…
  O sırada Ahmet elinde gazete  koşarak yanıma geldi.
-Abi okudun mu yazanları?
-Neyi oğlum?
-Şu şenlik için gelen kafirler ile ilgili yazanları.
-Ne kafirinden bahsediyorsun, alevi onlar Pir Sultan Abdal şenlikleri için buradalar.
-Yok abi içlerinde biri var şeytan Aziz diyorlar ona, ateistmiş . Ateist demek kafir demek değil mi ? Müslümanlara dil uzatmış.
-Tövbe tövbe. Oğlum sana ne elin adamının kafirliğinden. Yürü git işine.
-Öyle deme abi ya , bak buradaki bildiride ne diyor “ Gün Müslümanlığın gereğini yerine getirme günüdür. İslam peygamberini ve kitabının izzetini korumak için bu uğurda verecek canlarımız vardır.”
-İyi, git ver bir can da gel o zaman.
     Geldiği gibi fırladı gitti Ahmet. Sela okunmaya başladı. Dükkanın önüne sandalyeyi koyup Cuma namazı için camiye gittim. Her zamankinden farklı bir kalabalık vardı. Mahalle sakinlerinin dışında tuhaf kılıklı adamlar. Bir fısıltı ,  bir huzursuzluk . Birkaç saat sonra olacaklara gebe kalmıştı gün, o cami avlusunda.
    Namaz sonrası fısıltı uğultuya dönüştü. Cemaat hükümet konağına doğru yürüyüşe başladı. Ne olduğunu anlamadan kendimi aralarında buldum. Diğer camilerden çıkanlar ile birlikte kalabalık iyice arttı. Hızlı adımlarla hem yürüyor, hem de ağızlarından salyalar akıtarak bağırıyorlardı. “ Vali istifa! Vali istifa !” Kentte bu şenliklerin yapılmasına izin veren valiye hesap soracaklardı. Bedeli  mutlaka ödenmeliydi. Gözlerinden ateşler fışkırıyordu. O ateşler akşam saatlerinde patlayacak bombanın fitilini tutuşturacaktı. Kimsenin bundan haberi yoktu. “Kahrolsun Laiklik! Kahrolsun Laiklik !” Laiklik olmasa bu kafirler  ellerini kollarını sallayarak dinimize dil uzatamazlardı. O zaman Laikliğinde allah belasını  versindi.
   Öfke, tarifi olmayan dipsiz bir kuyu. İnsanın kendine bile açıklayamadığı karmaşa. Ayağının dibinde biten bir sarmaşık gibi  kontrolsüz bir şekilde büyür , sarar  tüm benliğini. Nefesin kesilir , gözün kararır. Karşındaki baban olsa, evladın olsa tanımazsın. Hafızan o anları hiçbir zaman kayıt etmez. Sonrasında ardına sığınacağın bahanelerin hep hazırdır. “ namusuma dil uzattı, dinime peygamberime laf etti, gözüm döndü.”  

  O temmuz sabahının diğer sabahlardan bir farkı vardı benim için. Her zaman cemaat ile katladığım sevaplarıma, bu kez  cemaat ile birlikte günahlarımı da ekledim. Özrü yok tüm bu olanların. Arkasına saklanacağım bir bahanesi de. Özünde hoşgörü olan bir dinin, nasıl olup da bir cehennem ateşi yakabildiğini , o cehennem ateşinde diri diri canlar alabildiğini hiçbir zaman anlayamadım. O günden sonra uykularım hep eksik kaldı. Onlar bir kere yanıp kül oldular , bense her gece rüyalarımda kül olamadan tekrar tekrar yanıyorum. 

12 Mart 2015 Perşembe

SİTEM





    
Gece günü selamlıyor ufuk çizgisinde. Uykuya hasret gözlerim umursamıyor güneş doğmuş mu, ay batmış mı. Kaç zamandır bu haldeyim unuttum. Bu sana yazdığım kaçıncı mektup hatırlamıyorum. Gözlerinin gözlerime değdiği an geldiğinde  aklıma, içim titriyor hala.  İlk defa vurgun yemiş misali gönlüm tutuldu aşka.  Nefes alamıyorum.  Ne yana baksam seni görüyorum. Rakı kadehimi her gece yokluğuna  kaldırıyorum. Meyin tadı yok sensiz, balığı hiç sorma.

     Seni sana anlatsam kendimi anlatmış olurum. Adını yazıyorum  bulduğum her  kağıda. Büyük harf, küçül harf, italik , el yazısı. Sonra renkli kalemlerle kenar süsü yapıyorum o kağıtlara. Sen de beni hayatının kenar süsü yapmak istemiştin ya , hatırla. Gözüm seğiriyor aklıma her düştüğünde. Bana bakışın ,  gülüşün , sevişin. Ona da bana baktığın gibi mi bakıyorsun ? Benim gibi kimse sevemez seni bunu biliyorsun.  Hep sevdaya düşerdi gönlüm ama ciğerimden yanıyorum ben bu defa başka .

   Hiç bitmesin istiyorum, ansızın bir gece hayatıma girerek yaktığın, giderken de körüklediğin   bu ateş.   Kavursun tüm benliğimi. Alevlerim gökyüzüne yükselsin , aydınlatsın kara geceyi. Bu yangın benle ölünceye dek yaşasın varsın . Ben yandıkça sen kahrol.

    Kim  bilir kaçıncı kez sana  bu satırları yazıyorum. Birazdan da yırtıp atacağım. Sahibine gitmeyen mektuplar mezarlığı’nda yerini alacak. Aşk dedikleri şey  bu kadar acı mıydı ? Yoksa acı çekmek için ardına saklandığım  bir bahane mi aşk ? Sen misin özlediğim , sevdiğim yoksa bana yaşattığın sensizlik mi ? Aklımda  cevapsız  sorular, dikiyorum kafama kadehin dibini.  Geçen bunca yıla rağmen  seni hala  bu kadar özlüyor, arıyorsam, dünyanın o son günü sen de beni arayacaksın.  Nasıl ki ben seni unutmadım, sen de beni unutamadın.   O yanında gezdirdiğin çakma   sarışınlar unutturamaz ki beni sana. Avundurur sadece.

     Her gece geliyorum evinin önüne. Arabanın farlarını kapatıp bekliyorum . Hani o sokağın köşesindeki çöp tenekesinin ardına park etmiş, arabanın içindeki kapüşonlu karartı var ya,  o benim işte. Acaba bu gece  kolunda hangi kızla geleceksin? Rakı mı yoksa şarap mı içeceksiniz? Şarapsa beyaz mı kırmızı  mı ? Rakıysa buzlu mu buzsuz mu? Kanepede mi yoksa yatak odasında   mı sevişeceksiniz?  Banyodaki musluk damlatıyor mu hala? O uğursuz sesi hangi anda  bölecek romantik aşk gecenizi ?

Fonda her gece aynı şarkı çalıyor. Sesini sonuna kadar açıyorum nakaratı dinlerken.

Acımasız olma  şimdi bu kadar

Dün gibi, dün gibi çekip gitme

Bırak da sarılayım ayaklarına

Kum gibi, kum gibi ezip geçme

    Ağlıyorum sessizce. Daha kaç damla  gözyaşım var senin için akamayan yüreğimde? “Zamanla geçer , azalır sızısı” demiştin bırakıp giderken. “Sen güçlüsün, bunu da üstesinden gelirsin” oldu son sözlerin. Güçlü  olmak istemiyordum ki. Yeter ki kollarında olsaydım, sarıp  sarmalasaydın beni.  Zayıf , çaresiz biri olmaya razıydım. Bilinmezlikler içinde yoluma devam edemiyorum. Bildiğim tek şey doymadım doyamadım  sevmelere seni ben.  Gücüm geçmesine yardım edemedi. Dinmedi sızım, dinmiyor da.   Yeniden severim sandım, sevemedim. Başka gözlere değemedi gözlerim. Başka elleri tutamadım, dikenleri battı ellerime. Kimsenin kokusunu çekemedim içime. Dolmadı, dolamadı boşluğun. Kimseyi koyamadım yerine yeniden.

  Bahçedeki badem ağacı çiçek açtı. Ayrık otlarının temizlenme vakti geldi. Saksıdaki çiçekleri toprakla buluşturmak lazım. Ruhum hiç birine müsait değil.  Kaç  bahardır  geri dönmeni bekliyorum.  Bana gelmeyen  baharı ben neyleyim. Saymadım sayamadım sensiz geçen yılları. Ne inkar ne itiraf bu yalnızca sitem.

    Bu sefer yırtıp atmak gelmiyor içimden yazdıklarımı. Bir zarfa koyar atarım çekmecenin en dip köşesine , görüş gününü beklesin zindanında. Senin dönmeni her şeyden çok istiyor olsam da zannetme bir gün geri dönmek değil niyetim benim. Ben senin yokluğunla var oluyorum. Seni değil de sensizliği seviyorum. Sen bana dönsen de artık fark etmez. Hasrete teslim oldum asla gelmeyeceğim.

2 Mart 2015 Pazartesi

SUPERMAN






     Oldum olası kabıma sığmam ben. Bardaktan hep taşar çay tabağının dibinde buz keserim.

     Manhattan bozma gökdelenlerin olduğu bir semtteki en yüksek binanın  38. Katında çalışan medeniyet kölesiyim. Ayağımda makosenlerim, boynumda iki ucu ceketimin kenarından sarkan yularım , her sabah döner kapıdan iki tur atarak içeri  girerim. Belki  girmekten vaz geçerim diye iki tur. Asansör beklerken çaktırmadan beni kesen mini etekli plaza hatunlarına, güneş gözlüklerimin ardından  göz kırparım. Asansör ışıkları katlar arasında yanıp sönerken aynada yularımı bağlar, saçlarıma çeki düzen verir, yaka kartımı takarım. Asansör kapısı açılıp da 58 kişinin çalıştığı açık ofise adım attığım an , artık muhasebe sorumlusu Clark Kent’im dir ben.

   Dün gece nerede uyuduğumun, sabah nerde uyandığımın bir anlamı yoktur. Arabamın bagajında her daim hazır bir takım elbise ile istediğim her an dönüşüme hazırımdır. Yerime oturmadan önce kahve makinasına uğrar en sertinden espressomu alır, 3 ağrı kesici ile birlikte kafama dikerim.

     Boktan hayatımın 9:00 – 17:00 mesaisi resmen başlamış olur. Bize  ne senin boktan hayatından dediğinizi duyar gibiyim. Hepiniz bu saatler arasında aynı şeyleri zaten yaşıyorsunuz. Fotokopi makinasından çıkmış sarışın hatunlar, yakışıklıyım havalıyım en janti takım elbiseyi ben taşırım üstümde diye önüne gelene göz kırpan erkekler, her fırsatta altında çalışan elemanını elle, gözle,  sözle taciz eden hiçbir şekilde cinsel tatmini mümkün olmayan  müdürler. Bildiğiniz bu sahte dünyadan bambaşka şeyler var oysa gecenin öteki tarafında. Onları anlatacağım  size aramızda kalmak şartıyla.

     Çok çok uzun bir zaman önce vazgeçtim ben. Önce kendimden, sonra hayattan, ölümden, aşktan, sevgiden, sadakattan, çiçekten, böcekten. İnsanı insan yapan her şeyden. Kimseye hesap vermeden nefes alıp veriyorum. Biraz dumanlı , biraz alkol kokulu. Aksa ak, karaysa kara benim için. Renkleri yok ettim. Siyah beyaz yaşıyorum. Gündüzleri Clark Kent, geceler Süperman.  Bir pelerinim eksik. Uçmak için pelerine ihtiyacım yok. Bunun için o kadar çok çeşit ot var ki sokaklarda. Gözlerimi  kapatıp derin bir nefes çekiyorum. Bir de bakmışsın karşıki evin çatısında kollarımı açmış yıldızlara haykırıyorum.

-          Heyyyy bana bakın ağzınıza sıçtığımın bok kafalı ışıldakları. Ben var ya ben sizin o parlaklığınıza on basan kripto gezegeninin efendisiyim. Bana her koşulda itaat etmek zorundasınız. Sönün lan hepiniz dediğim zaman karanlığa gömeceksiniz gökyüzünü. Anladınız mı lan orospu çocukları, tekrar edin bakayım.

      Haykırıyorum haykırmasına ama  sönmüyor yıldızlar. Olsun gözlerimi kapatıp da açtığım an sönmüş olma olasılıklarını düşünmek bile huzur veriyor bana. Güçlü hissediyorum kendimi. Yenilmez dimdik ayakta meydan okumak hoşuma gidiyor tüm dünyaya . O anlarda bulunduğum mekanın, akrep ve yelkovanın birbirini kovalamacasının hiçbir önemi kalmıyor. Hayatımdaki her şeyden vazgeçerken onlardan da vazgeçmiştim. Nefes alıp veriyorum ya biraz dumanlı, biraz alkol kokulu yetiyor bana.

         Aşktan da vazgeçtiğimi söylemiş miydim size? Kalbinin geçici bir süre beynine hitap etmesinden başka bir şey değil aşk dedikleri kimyasal karmaşa. Uyuşturucu ile de beyinde  aynı etkinin yaratılabildiğini  söylüyor bilim insanları.  O halde ne gerek var aşktan yok olmaya. Önemli olan bedenini doyurmaksa , siktir et ruhunu.

        Canımın istediği kadını düzmek hiç de zor olmuyor. Bunun için hazır bekleyen o kadar çok hatun var ki barlarda. Sarışını, esmeri, iri  memelisi, balık etlisi, değirmen taşı kalçalısı…. Canım o gün hangisinden tatmak istiyorsa  yanağından bir makas almam yetiyor bana. Sonrası barın kusmuk kokulu tuvaletinde ayaküstü bir gidiyorum bir geliyorum, bitiriyorum işimi.

      Gecenin karanlığında gördüğüm yüzlerin hepsi birbirine benziyor. Kimi uzun saçlı, kimi kısa. Kimi mini etekli, kimi yırtık kotlu. Kimi kirli sakallı kimi sinek  kaydı. Şekli farklı ama bakışları aynı. İnsanın ruhuna işleyen o ben kimim, bu kahkaha , bu gözyaşı, bu suret benim mi diye soran bakışları aynı.  Kimi içki bardağının dibindeki buzu karıştırarak arıyor sorduğu sorunun cevabını, kimi de hiç düşünmeden beş dakika önce tanıştığı adama ayaküstü kendini becerterek.

     Seviyorum ben bu pis  dünyada dolaşmayı. En azından ne bok olduğunun  farkında. Gecenin karanlığı örtmüyor pisliğini. Buram buram iğrençlik kokuyor. Sahte tek bir insan, tek bir   sözcük, tek bir  ilişki yok. Geçmiş  ve geleceğin hükmü yok  bu boktan dünyada. Anı yaşa ve siktiri çek. 

      Bıçak sırtında yürüyorum bu bok çukurunda . Gündüzleri Clark Kent, geceleri süperman olarak.  Yanlış bir adımda dengemi kaybedip ortadan ikiye ayrılsam bir damla kanım akmaz. Aramızda kan bağı yok . Yolda görseler asla birbirlerine selam vermeyecek iki insanı bir bedende taşıyorum yıllardır. Her şeyden vazgeçtiğimiz söylemiştim size değil mi daha önce . İşte her şeyden vazgeçtiğim o gün fark ettim ben aslında sadece ben olmadığımı. Hangisi var hangisi yok, hangisi iyi hangisi kötü, hangisi hayal hangisi gerçek çoğu zaman ben bile karıştırıyorum. Birini diğerine tercih edemem. Bir sabah bir sokak köşesinde uyanıp da işe geç kaldığımı anlarsam  bilin ki Süperman  siktiri çekmiştir Clark’a.

22 Şubat 2015 Pazar

GÜNAHIM

      
   
  Bu akşam televizyonda izledim. Saatleri gece yarısından sonra 1 saat geri alacaklarmış. Yarın 1 saat daha fazla uyuyabilecekmişiz. Hayatımızın 1 saatini yok sayacaklarmış. Öyle dedi vallahi televizyondaki derin dekolteli, kırmızı rujlu kadın.  Aman sakın ha evdeki tüm saatleri duvardakini, kolundakini, başucundakini, telefonundakini geri almayı unutmamalıymışız. Ha pardon o akıllı telefon kendi kendine başarabilir geri alınmayı. Gideceğimiz yere 1 saat erken gidip, orada öylece 1 saat boşu boşuna beklermişiz. Bekleyelim canım ne olacak. Neleri beklemedik ki bu hayatta, bir saat da öylesine boşu boşuna bekleyelim. Belki dinleniriz.  Beklerim ben. Hep bekledim. Çayın demlenmesini bekledim. Düdüklünün içindeki basınçlı havanın boşalmasını bekledim. Patlıcanı tavaya atmadan önce yağın kızmasını bekledim.

      Alt tarafı 1 saat . Neyi değiştirebilir ki insanın hayatında? 60 dakika, 3600 saniye. Yelkovanın akrebin peşinden koştuğu küçük bir macera.  Yetmez benim için. Sıkıyorsa 19 ay 10 gün geri alsınlar benim hayatımı. Yok saysınlar. Oturur, beklerim ben. Kaybolup gitti  dakikalarım, saniyelerim diye üzülmem hiç. 19 ay 10 gün  geri alsınlar.  O gece o zile hiç basmamış olayım. Kanepenin üzerinde uzanırken eteğim sıyrılmamış, sütyen askım omzumdan düşmemiş olsun. Örümcek elleri dolanmamış olsun bacak aramda. Yeşil gözlerinin içine hiç bakmamış olayım. Onu arzulamamış olayım deli gibi. O zehirli  son kadehi içmemiş olayım dudaklarından. Kaybolmamış olayım derinliklerinde.
     1 saat , 60 dakika, 3600 saniye. Ne kadar sürmüştü sevişmemiz? 0,166 saat , 10 dakika , 600 saniye. İnsan hayatını yerinden oynatamayacak kadar kısa  bir süre. Kime göre? Neye göre ? Benim içinse hayatımın sağ köşesini sol köşesine, altını üstüne, yazını kışına, alını moruna, gündüzünü geceye çevirecek kadar uzun çoookkkk uzun bir süre…
    Baharı gelmesini hayal ederken, hiç bitmeyen bir kışın ortasında çırılçıplak kaldım. Karlar üstünde, göz gözü görmeyen bir tipi içinde cayır cayır yanan bir alev topuydum. Ben yandıkça alevlerim göğü      aydınlatıyor, etrafımdaki karlar ise erimek şöyle dursun, daha da çoğalıyordu. Kaskatı bir buza dönüştü. Artık buzlar arasında sıkışmış, kıpırdayamayan bir alev topuydum. Hiçbir güç beni söndüremezdi. Sonsuza kadar yanmaya devam edecektim. İçime cehennemin tohumları ekilmişti bir kere.
     Gregor Samsa bir sabah huzursuz düşlerinden  uyandığında kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş buldu. “ bana ne olmuş böyle diye düşündü.”
      Bense 9 ay 10 gün sonra bir sabah uyandığımda, alevler sönmüş, gri dumanlar arasında, kucağımda bir paçavraya sarılı ağlayan bir kor ile baş başaydım. Bana ne olmuş böyle diye düşündüm.  Gregor farkında olmadan çok bacaklı, kabuklu dev bir böceğe dönüşürken, bense farkında olmadan aynı boyutta, aynı bacaklı, bir anneye dönüşmüştüm. Böcek-anne-anne-böcek.
       Anne . İki nokta üst üste. Çocuğu olan kadın. Kucağımda sağ göğsüme yapışık, kirli bir paçavraya sarılı, dumanı üstünde tüten bir kor. Bu çocuk. Bu gözleri yumuk, bu pembe, bu günah, bu masum, bu suç, bu ceza, bu çocuk. Bu benim mi ? Kim dedi? Kimse bana sormadı. Ben istemedim bir anneye dönüşmeyi. Sadece o akşam o zile bastım , o kanepede eteğim sıyrıldı, sütyen askım düştü, seviştim. O kadar. Fazlası yok. Alın bunu alın götürün benden. Bakamam ben buna. Yetmez sütüm benim. Aç kalır. Sevemem ben bunu.  Ben ki, ben daha büyümedim.  Ellerim cehennemde yandı kül oldu , tutamam ben onu. Düşer kolu kanadı kırılır, uçamaz bir daha. Yalvarırım alın bunu  benden.  
     Çok ağladım, çok yalvardım. Anlamadılar. “O senin günahın bedelini ödeyeceksin” dediler. Adını “günah” koydular. Saatler 1 saat geriye alınmadan patlıcanları kızartmalıyım. Musakka yapacağım  günahıma. Yetmiyor sütüm, demiştim ben. Yetmez doyuramam ben onu diye. Süt doyurmaz ise musakka doyurur. Patlıcanları tavaya atmadan önce yağın kızmasını beklerim. Fazla kızdı bu sefer. Alev topuna döndü tava. Günahım  tezgahın üstünde musakka bekliyor. Bense gri dumanlar arasında bedelin son  taksidini ödüyorum.

    Saatler gece yarısından sonra 1 saat geri alınacak. Hayatımızın bu son  saatini yok sayacaklar. 

9 Şubat 2015 Pazartesi

SALLA GİTSİN

    
   Demir kapıyı güçlükle iterek içeri girdi. Kapının üzerindeki zil iki  kere çınnnn etti. Barın arkasındaki uzun saçlı çocuk kafasını kaldırdı. Saçlarından sular süzülen kadın ile göz göze geldi. Zil görevini yerine getirmişti.
    Müşterilerin rahatça girip çıkabileceği çarpma bir kapı yerine, bu kadar zor ve gıcırdayarak açılan bir kapı olması, acaba müşteri mi seçiyorlar diye düşündürdü kadını. Güçlü olanlar girebilir ama zayıflar aklından bile geçirmesin.
    Hazırlıksız yakalanmıştı. Pansiyondan çıkıp biraz hava almaktı niyeti. Birden bire kapladı kara  bulutlar gökyüzünü.  Bir çatırtı, bir gümbürtü.  Sanırsın ki gök delindi. Gün geceye döndü. Denizin rengi koyulaştı. Dalgalar köpüre köpüre dövdü kumları. Rüzgar uğultuyla esmeye başladı. Yağmur damlaları ok gibi çarpıyordu yüzüne.
    Sığınacak  bir yer ararken gözüne çarptı , sakin deniz suyuna boyalı bu cafe. Tahta masaları  gökyüzü, sandalyeleri bulut renginde. Kapının tam karşısında barın üzerinde, değişik ebatlarda  bombeler le sarkan  balıkçı ağları.  Ağa takılı  kurutulmuş deniz yıldızları ve renkli balıklar.

"Bir anlık dikkatsizlik sonucunda düşersin o tuzağa. Sadece aç karnını doyurmak isterken bir de bakmışsın kurutulmuş bir deniz yıldızı olmuşsun bir barın tepesine asılı dekoratif bir ağda. Kimse seni hayatta kalman için denize geri fırlatmamış. Tıpkı diğerleri gibi  senin içinde fark eden bir şey olmamış. Yağmurda ıslanmış olman da döndüremez artık seni hayata. Bir kere su çekilmiş damarlarından, kurumuşsun.’’
    Avdan yeni dönmüş  balıkçı teknesi kokusu vardı o ağlarda. Barın sağındaki duvarda asılı iki renkli can simitleri. Onlar da sanki az önce bir filikadan sökülmüş de gelip duvarda yerini almış .

" Kapıdan içeri girenlere fırlatacak barmen, kurtaracak hayatlarını. Güvenli bir limana varana kadar su yüzünde tutacak kazazedeleri. Yüzme bilseler de ihtiyacı olur denize düşen insanın mutlaka bir can simidine, yılana sarılmadan önce. Açık deniz ürkütür insanı, bilinmez bir karanlık, soğuk, sonsuzluk . Bir daha  karaya  varamayacak olmanın korkusu ile sıkı sıkıya sarılırsın o can simidine. "
     Sol taraftaki duvarda ise, üç farklı boyda çapa arasında yelkenleri şişmiş tekne resimleri asılıydı.
"Kalmak istiyorsan suyun üstünde sürüklenmeden , önce yelkenlerini indirip sonra atmalısın çapayı suya.  O zincirler suyun içinde olduğu müddetçe güvendesin. Fırtına çıkmadığı sürece  de olduğun  yerde sonsuza dek kalırsın. ‘’
     Biraz daha kapı önünde durursa küçük bir göl oluşturacaktı. Sol taraftaki pencerenin önündeki masaya doğru  ilerledi. Bastığı her tahta ayrı tonda gıcırdıyordu. Yosun kokusu genzini yaktı.
    Barın arkasındaki çocuk bardakları kuruluyordu. Tezgahın üzerine koyduğu her bardak  çınnnn diye tiz  bir  ses çıkarıyordu. Öyle ki araya giren gök gürültüsü bile  daha dinlenilesiydi. Kahve makinasının uğultusu hepsinin kat be kat üstündeydi. Sanırsın ki yangın  söndürme tüpü ile yapıyordu  kahvenin köpüğünü. Sıcak süt kokusu, yosun kokusunu bastırdı.
    Bardaki çocuk elinde kağıt kalem geldi kadının yanına. Öncesinde karşı masada oturan elma yanaklı , top sakallı yaşlı adama capucinosunu verdi. Adam küçük gözlerini kısarak “teşekkür ederim” manasında gülümsedi.  Kadın yüzünü ve ellerini peçete ile kuruladıktan sonra  "Bana koca bir fincan çay lütfen" dedi yanı başında dikilen adama . 
"Şimdi demledim, sallama versem olur mu."
 " Salla gitsin."  dedi umarsızca.
       Derin bir iç çekti, gözleri camdan süzülen damlalara daldı. Aklı gözlerinden akamayan damlalardaydı. Titriyordu. Bir korkudan titrer insan, bir de içi üşüyünce. Önceki gece kapıyı çarpıp çıktı da, ya sonrası? Koca bir boşluk.  O an istediği tek şey arkasına bakmadan gitmekti. Evini , sevgilisini, kedisini, sokağın köşesindeki simitçiyi, parktaki güvercinleri, sarıyeri, kanlıcayı, sevgilisini, vapurları, şehrin tüm yedi tepesini, sevgilisini, patronunu bir daha kesinlikle görmek istemiyordu. Bir taksi, tek yön otobüs bileti, yağmur, gök gürültüsü . Sonuç : sıcak süt ve  yosun kokusu karışımı bu denizmiş taklidi yapan  cafede, hem korkudan hem de üşümekten titriyordu.
      Müziğin sesi birden bire yükseldi. Yanık sesli adam kendinden emin saydırıyordu. Belli ki o da vazgeçmişti kendinden.
     Ezdirmem sana kendimi.
     Gövdemi yakar giderim.
     Beddua etmem , üzülme .   
    Kafama sıkar giderim.

     Bardaki çocuk elindeki çay fincanını düşürdü. Peteğin üzerinde keyifle mırıldayan uzun siyah tüylü kedi kulaklarını dikti. Capucinosundan son yudumunu alan yaşlı adam, gözlüklerinin üzerinden kırık cam parçalarına baktı. Sallama çaya razı olan  ıslak kadın hala titriyordu. 

22 Ocak 2015 Perşembe

FIRTINA

     
   Adam tül perdeyi aralamış bakarken gülümsüyordu. Dışarıda yer gök ile birleşmiş, ağaçlar savruluyor, tekneler azgın dalgalar ile boğuşuyordu. Yani ortada pek de öyle insanı gülümseten bir durum  yoktu. Ama adamın gözleri parlıyor, resmen dışarıdaki fırtınadan keyif alıyordu.
    Kadın  odanın diğer köşesinde, önünde duran tuvale ağlayan bir kadın portresi çiziyordu. Resme öylesine dalmıştı ki dışarıda gök delinmiş umrunda bile değildi. Hiçbir güç onu şu an duyduğu keyiften alıkoyamazdı. Adamın bir bardak çay istemesini bile duymamazlıktan  geldi. Kapının sesi ikisini birden ayrı ayrı daldıkları rüyadan uyandırdı. Gelen ev sahibiydi. Birikmiş üç aylık kirayı nasıl ödeyeceklerini soruyordu.  Malum o da aldığı kira ile geçiniyordu. Ve artık dayanacak gücü kalmamıştı. Eğer üç gün içinde ödemezler ise  evi boşaltmalarını istedi. Adam odaya geldiğinde kadın  ile göz göze geldi. Dışarıda çakan şimşek odayı aydınlattı. Ardından bir çatırtı, bir gümbürtü kadın ağzını açtı. Rüzgar odadaki her şeyi  havalandırdı. Kadının saçları uçuyordu. Adamın hırkası.
-Biliyorsun değil mi hepsi senin suçun
-Ne demek benim suçum
-Bütün gün pencerenin önünde oturup dışarıyı seyretmek karın doyurmuyor diyorum.
-Boş oturmuyorum, gözlem yapıyorum ben.
-Ne  gözlemi allah aşkına, o pencereden gördüklerin deniz, tekne, ve martılardan başka bir şey değil ki . Hah bir de bugün ilaveten rüzgar, şimşek ve yağmur görüyorsun. Başka ne görmeyi umuyorsun ki?
-Tekrar yazmamı sağlayacak küçük bir şey.
-Şu adamların istediklerini yazsan olmuyor mu ? Bak iyi de para veriyorlar. Benim sergiye daha çok var ve onu bekleyecek kadar gücümüz yok.
-Sen bari bunu söyleme. İnanmadığım  bir şeyi nasıl yazayım? Sırf kiramı ödeyeceğim diye kelimelere ihanet edemem ben.
-Senin o ihanet edemediğin kelimelerin var ya , inan senin onları düşündüğün kadar onlar seni düşünmüyorlar. Düşünselerdi senin o lanet olası kafanın içinden çıkıp   kağıdın üstüne dökülürler ve şu an  seninle bu konuşmayı yapmak zorunda bırakmazlardı beni.
   Kadın  elindeki fırçaları yere fırlatıp odadan çıktı.
   Adam suratına çarpan bu tokat ile bir süre kıpırdamadan kaldı. Az önce pencereden fırtınayı seyrederken parlayan gözleri şimdi buğulanmıştı. Boğazının tam ortasına oturan yumru nefes almasını güçleştiriyordu. Dışarıda çakan şimşek bir kez daha odayı aydınlattı. Ardından bir çatırtı, bir gümbürtü.
Adam yazı masasının olduğu köşeye yürüdü. Bilgisayarı açtı, klavyeye dokundu.
BÖLÜM 1
SAHNE 1
Sarışın kadın adama doğru yaklaşır, botokslu gözlerini kırparak, dolgun dudaklarını büzerek sorar.
-Seviyor musun?
-Seviyorum
-Bir daha söyle
-Seviyorum.
-Bir daha
-Seviyorum.

-Ben de seni sevgilim. 

19 Ocak 2015 Pazartesi

İĞNE İPLİK

    
Sabah kahvesini yudumlarken deniz mavisi gözleri konsolun üzerindekilere daldı. İrili ufaklı tam onbeş gümüş çerçeve anılarını hapsetmiş, görüş gününü bekliyordu. Çerçevelerin bazılarının yüzü konsolun arkasındaki aynaya dönüktü. Cezalıydılar. Sadece aynadaki yansımadan odanın belli açılarından  görülebilirlerdi. Resimdeki çırpı bacaklı beyaz tenli kızdan bugüne gelen ise, pencere önündeki berjerde elinde çini desenli fincanı ile oturan derin kırışıklarla dolu yüzlü , odun bacaklı kadındı. Zarif elleri piyano çalmayı hayal ederken iğne iplik ile buluştu.  Ceviz oymalı çeyiz sandığının yanında duran dikiş makinası babasının 18. yaş günü hediyesiydi. İğne ipliği kumaş ile ritmik bir şekilde buluşturan  bu hediyenin hayatının dönüm noktası olduğunu o günlerde farkında değildi.
   Derin bir  iç çekerek pencereden dışarıya baktı. Çocuklar karşı kaldırımda bakkal dükkanının önünde misket oynuyordu. Bakkalın çırağı 5. Kattaki bigudili sarışının pencereden sarkıttığı sepete 2 ekmek, yumurta , ve domates koydu. Bisikleti ile geçen postacı sokak ortasında top koşturan çocukları ezmemek için zilini çaldı. Köşedeki apartmanın kapısında iki kadın göz ucu ile bigudili sarışını süzerek sabah dedikodusu yapıyorlardı. İki ekmek aldığına göre gece kesin fazla mesaisi vardı. Menemen seven hangisiydi acaba? Ağızları torba değil ki büzesin şu kadınların. İşleri güçleri olsaydı  uğraşmazlardı böyle milletin özeli ile. Vaktiyle az mı aşındırdılar evinin kapısını. Her geldiklerinde gözleri aynalı konsolun üzerinde ters duran çerçevelerdeydi. Dudaklarını kemiriyorlardı o soruyu sormadan az önce . Her seferinde aynı cevabı alacaklarını bile bile.
    Çalan telefonun sesi ile birlikte hıçkırmaya başladı. Çok uzun senelerdir telefonun  fişi çekik yaşıyordu. Kendi arayacağı  zaman fişi takar, işi bitince kapatırdı. Çalarsa da açmazdı. En son 38 sene evvel o kara günde açmıştı telefonu. Sehpanın üzerinde duran kristal bardaktan bir yudum su aldı. Sesin kesilmesi ile birlikte hıçkırık da kesildi.
    Konsolun üzerindeki çantasını aldı, kapıya yöneldi. Arayan her kimse yeniden arayabilirdi. Ondan önce davranıp dükkana gitmek üzere yola çıktı. Ayakkabılarını giyerken karşı daireden gelen elektrik süpürgesi sesine kulak kabarttı. Yeni gelin epey hamarattı demek. Sabahın bu saatinde süpürge çalıştırdığına göre. Bir ay olmuştu taşınalı. Düğün gecesi kocasının kucağında girdi yeni evine. Gelinliği kabarık tarlatanlı olduğundan kapıdan içeri sokmakta zorlandı damat. Kıkır kıkır gülmelerine uyanmış, dürbünden görmüştü olanlar. Her sabah evden çıkarken, akşam iş dönüşü kapılarını çalıp bir hayırlı olsun demeyi aklından geçirir, ama akşam olup döndüğünde düşüncesinden vazgeçerdi. Hem kapılarını çalıp hayırlı olsun dediğinde ne değişecekti ki. Olan olmuştu. Hayırlı ve şerli ne fark ederdi.
    Döner merdivenleri ağır ağır inmeye başladı. Alt kattaki öğrencilerin kapısının önü cami kapısı  gibiydi.  Kaç çift ayakkabı olduğunu saymadı. Aralarından atlayarak apartman kapısına varabildi. Posta kutusunu kontrol etti. Gereksiz faturalardan başka bir şey yoktu. Demir kapıyı güçlükle açıp dışarı çıktı.
    Her gün onlarca umutlu insan görüyordu dükkanda. En mutlu günlerinde en güzel genç kız olabilmek için tercih ediyorlardı onu. Danteller onun elinde zarif bir papatya tarlasına dönüşüyordu. Satenler ve tüller ise kelebeklere. İşinin en iyisiydi.  Kendi yalnızlığını hiçe sayarak insanların yalnız kalmamak üzere çıktıkları bu yolculuğa eşlik ediyordu. Aklına geliyordu. Kendisinin bu yolda tökezleyip düştüğü gün, avuçlarının içi kanıyordu. Kimseye kırgın değildi. Sadece suskundu. Susmasaydı bir daha asla eline iğne iplik alamazdı.
   Yol boyunca gün içinde yapması gerekenleri planladı. Üç kişi ön görüşme, iki kişi son prova, eksik incik boncuk listesi çıkararılacak, yeni dantel kartelalarına göz atılacak.  

Kapıdan  içeri adım  atar atmaz, çırakların hepsi bir ağızdan seslendiler.
-Günaydın Matmazel
O ise gözlerini kapartıp başını hafifçe eğerek sessizce selam verdi. Son zamanlarda işleri ağırdan alır olmuştu. Ekibi gayet güzel yürütüyordu. O ise kendini oyalamak için geliyordu çoğu zaman dükkana.
    Kapı açıldı yan  dükkan komşusu Geveze Salim girdi içeri.
-Bugün geciktiniz matmazel.
-Yaaa öyle oldu uyuyakalmışım maalesef.
-Gözlerim yollarda kaldı vallahi. Matmazel gelse de şöyle karşılıklı bir sabah kahvesi içsek iki lafın belini kırsak diyordum.
-Ben kahvemi içtim sağolun, malum fazlası çarpıntı yapıyor.
Adamın gitmeye hiç niyeti yoktu.
-Duydun mı matmazel Sivas’da bir otel dolusu insanı diri diri yakmışlar.
-Evet duyduğumdan beri derin bir üzüntü içindeyim  kendime gelemedim.
-Dinimize saygısızlık etmişler diyorlar. Dinibütünler de cezalarını vermiş işte ne var bunda üzülecek?
-Pardon, anlamadım? Kim kime ceza vermiş? Hem de ne hakla? Bunun dininiz ile mazur gösterilmesi kesinlikle kabul edilemez. Ben tüm ailemi, sevdiklerimi tam 38 sene evvel bir eylül gününde din maskesi altında yürütülen bir linç girişimi ile kaybettim. Hiç birinin suçu günahı yoktu. Böyle bir yok oluşu hak etmediler. Tıpkı dün o otel odasında sıkışıp diri diri yanan canlar gibi.
     Elini hiddetle masaya vurdu, çantasını aldı . Dükkandakilerin korku dolu bakışları ile kapıdan çıkıp evin yolunu tuttu. Mahallede çocuklar misket oynamaya devam ediyordu. 5. Kattaki sarışın bigudilerini açmış karşı balkondaki kadınla sohbet ediyordu. Kapı önün deki kadınlar oturmuş yine birini çekiştiriyorlardı. Başka işleri güçleri yoktu çünkü. Kocalarını işe gönderip soluğu kapı önünde alıyorlardı. Ne zevk alıyorlarsa başkalarının özel hayatından.
    Eve girer girmez çantasını konsolun üzerine bırakıp pencere önündeki berjere gitti. Derin bir nefes aldı. Kulaklarından alev çıkıyordu. Kalbi ise dört nala koşan bir atlı gibiydi. Gözlerini kapadı ve kendini ayaklarından tavana asılıymış gibi hayal etti. Kanın tüm beyin hücrelerine hücum edişini hissedebiliyordu. Kıvırcık saçları bir yay gibi zıplıyordu. Gözlerini açtığında kalbi eski ritmine dönmüştü. Sehpanın üzerinde duran kitabını aldı, sayfalarını karıştırmaya başladı. Bu kitabı alırken ismine vurulmuştu. ‘ Gülünün Solduğu Akşam’ Herkesin bir gülü vardı elbet ve onun solduğu bir akşam. Kitabın içinde altı çizili bir cümleyi defalarca okudu. ‘ allah sevdiği kulunu Şarkışla’ya düşürmesin.’
   Eli televizyon kumandasına gitti bu sefer. Kanallar arasında dolaşmaya başladı. Sarışın kızla yakışıklı oğlanın bir kokteyl masası  önünde sundukları sabah programında durdu. Yüzlerine yapıştırılmış gülümseme ile neşe saçıyorlardı memlekete. Sanki hiçbir şey olmamış gibi. Sanki dün otuzbeş ocağa ateş düşmemiş gibi. Sarışın ve yakışıklı olmaları yeterdi zaten o beyaz camın içine girmeye. Sabah şekerleri onlar,  ikisini de sıcak çayın içine atıp son sürat karıştırarak eritmek istedi. Konuşurlarken birden bire dans etmeye başladı kesme şekerler.
koca ağızlı, yanık sesli sevimli çocuğun şarkısı eşliğinde
‘ Dökülür yediverenler /Teninden rengarenk /Açardı mevsimli, mevsimsiz bir tanem /Değişir kokun , ısınır kanın beni, yakarsın. /Vazgeçilir gibi değil, bu med ceziirrlerrr……’
  Televizyonu kapattı. Sabahları erken kalkmaktan nefret ederdi. Ama kör şeytan uyutmazdı onu. Kafasının içinde bir sağa bir sola döner durur iğnelerini batırırdı. Her gün aynı saatte evden çık, aynı yolu yürü, aynı insanlara gülümse , aynı cümleleri kur. Kafesinin içinde dönüp duran ve bir yere varamayan o fare kılıklı şeyden bir farkı yoktu. Tüm bunları bir tiksinti ile yaptığını fark etti. Telefonun fişini taktı ve dükkanı aradı.
-Nermin yavrum , dükkanı sen kapa bugün, yarın da sen aç. Çekmecedeki defterde randevular yazılı ara onları ‘sizinle bundan sonra ben ilgileneceğim, matmazel bir süre buralarda olmayacak’  de. Her şey sana emanet.

Ahizeyi kapattı ve fişi tekrar çekti.