19 Ocak 2015 Pazartesi

İĞNE İPLİK

    
Sabah kahvesini yudumlarken deniz mavisi gözleri konsolun üzerindekilere daldı. İrili ufaklı tam onbeş gümüş çerçeve anılarını hapsetmiş, görüş gününü bekliyordu. Çerçevelerin bazılarının yüzü konsolun arkasındaki aynaya dönüktü. Cezalıydılar. Sadece aynadaki yansımadan odanın belli açılarından  görülebilirlerdi. Resimdeki çırpı bacaklı beyaz tenli kızdan bugüne gelen ise, pencere önündeki berjerde elinde çini desenli fincanı ile oturan derin kırışıklarla dolu yüzlü , odun bacaklı kadındı. Zarif elleri piyano çalmayı hayal ederken iğne iplik ile buluştu.  Ceviz oymalı çeyiz sandığının yanında duran dikiş makinası babasının 18. yaş günü hediyesiydi. İğne ipliği kumaş ile ritmik bir şekilde buluşturan  bu hediyenin hayatının dönüm noktası olduğunu o günlerde farkında değildi.
   Derin bir  iç çekerek pencereden dışarıya baktı. Çocuklar karşı kaldırımda bakkal dükkanının önünde misket oynuyordu. Bakkalın çırağı 5. Kattaki bigudili sarışının pencereden sarkıttığı sepete 2 ekmek, yumurta , ve domates koydu. Bisikleti ile geçen postacı sokak ortasında top koşturan çocukları ezmemek için zilini çaldı. Köşedeki apartmanın kapısında iki kadın göz ucu ile bigudili sarışını süzerek sabah dedikodusu yapıyorlardı. İki ekmek aldığına göre gece kesin fazla mesaisi vardı. Menemen seven hangisiydi acaba? Ağızları torba değil ki büzesin şu kadınların. İşleri güçleri olsaydı  uğraşmazlardı böyle milletin özeli ile. Vaktiyle az mı aşındırdılar evinin kapısını. Her geldiklerinde gözleri aynalı konsolun üzerinde ters duran çerçevelerdeydi. Dudaklarını kemiriyorlardı o soruyu sormadan az önce . Her seferinde aynı cevabı alacaklarını bile bile.
    Çalan telefonun sesi ile birlikte hıçkırmaya başladı. Çok uzun senelerdir telefonun  fişi çekik yaşıyordu. Kendi arayacağı  zaman fişi takar, işi bitince kapatırdı. Çalarsa da açmazdı. En son 38 sene evvel o kara günde açmıştı telefonu. Sehpanın üzerinde duran kristal bardaktan bir yudum su aldı. Sesin kesilmesi ile birlikte hıçkırık da kesildi.
    Konsolun üzerindeki çantasını aldı, kapıya yöneldi. Arayan her kimse yeniden arayabilirdi. Ondan önce davranıp dükkana gitmek üzere yola çıktı. Ayakkabılarını giyerken karşı daireden gelen elektrik süpürgesi sesine kulak kabarttı. Yeni gelin epey hamarattı demek. Sabahın bu saatinde süpürge çalıştırdığına göre. Bir ay olmuştu taşınalı. Düğün gecesi kocasının kucağında girdi yeni evine. Gelinliği kabarık tarlatanlı olduğundan kapıdan içeri sokmakta zorlandı damat. Kıkır kıkır gülmelerine uyanmış, dürbünden görmüştü olanlar. Her sabah evden çıkarken, akşam iş dönüşü kapılarını çalıp bir hayırlı olsun demeyi aklından geçirir, ama akşam olup döndüğünde düşüncesinden vazgeçerdi. Hem kapılarını çalıp hayırlı olsun dediğinde ne değişecekti ki. Olan olmuştu. Hayırlı ve şerli ne fark ederdi.
    Döner merdivenleri ağır ağır inmeye başladı. Alt kattaki öğrencilerin kapısının önü cami kapısı  gibiydi.  Kaç çift ayakkabı olduğunu saymadı. Aralarından atlayarak apartman kapısına varabildi. Posta kutusunu kontrol etti. Gereksiz faturalardan başka bir şey yoktu. Demir kapıyı güçlükle açıp dışarı çıktı.
    Her gün onlarca umutlu insan görüyordu dükkanda. En mutlu günlerinde en güzel genç kız olabilmek için tercih ediyorlardı onu. Danteller onun elinde zarif bir papatya tarlasına dönüşüyordu. Satenler ve tüller ise kelebeklere. İşinin en iyisiydi.  Kendi yalnızlığını hiçe sayarak insanların yalnız kalmamak üzere çıktıkları bu yolculuğa eşlik ediyordu. Aklına geliyordu. Kendisinin bu yolda tökezleyip düştüğü gün, avuçlarının içi kanıyordu. Kimseye kırgın değildi. Sadece suskundu. Susmasaydı bir daha asla eline iğne iplik alamazdı.
   Yol boyunca gün içinde yapması gerekenleri planladı. Üç kişi ön görüşme, iki kişi son prova, eksik incik boncuk listesi çıkararılacak, yeni dantel kartelalarına göz atılacak.  

Kapıdan  içeri adım  atar atmaz, çırakların hepsi bir ağızdan seslendiler.
-Günaydın Matmazel
O ise gözlerini kapartıp başını hafifçe eğerek sessizce selam verdi. Son zamanlarda işleri ağırdan alır olmuştu. Ekibi gayet güzel yürütüyordu. O ise kendini oyalamak için geliyordu çoğu zaman dükkana.
    Kapı açıldı yan  dükkan komşusu Geveze Salim girdi içeri.
-Bugün geciktiniz matmazel.
-Yaaa öyle oldu uyuyakalmışım maalesef.
-Gözlerim yollarda kaldı vallahi. Matmazel gelse de şöyle karşılıklı bir sabah kahvesi içsek iki lafın belini kırsak diyordum.
-Ben kahvemi içtim sağolun, malum fazlası çarpıntı yapıyor.
Adamın gitmeye hiç niyeti yoktu.
-Duydun mı matmazel Sivas’da bir otel dolusu insanı diri diri yakmışlar.
-Evet duyduğumdan beri derin bir üzüntü içindeyim  kendime gelemedim.
-Dinimize saygısızlık etmişler diyorlar. Dinibütünler de cezalarını vermiş işte ne var bunda üzülecek?
-Pardon, anlamadım? Kim kime ceza vermiş? Hem de ne hakla? Bunun dininiz ile mazur gösterilmesi kesinlikle kabul edilemez. Ben tüm ailemi, sevdiklerimi tam 38 sene evvel bir eylül gününde din maskesi altında yürütülen bir linç girişimi ile kaybettim. Hiç birinin suçu günahı yoktu. Böyle bir yok oluşu hak etmediler. Tıpkı dün o otel odasında sıkışıp diri diri yanan canlar gibi.
     Elini hiddetle masaya vurdu, çantasını aldı . Dükkandakilerin korku dolu bakışları ile kapıdan çıkıp evin yolunu tuttu. Mahallede çocuklar misket oynamaya devam ediyordu. 5. Kattaki sarışın bigudilerini açmış karşı balkondaki kadınla sohbet ediyordu. Kapı önün deki kadınlar oturmuş yine birini çekiştiriyorlardı. Başka işleri güçleri yoktu çünkü. Kocalarını işe gönderip soluğu kapı önünde alıyorlardı. Ne zevk alıyorlarsa başkalarının özel hayatından.
    Eve girer girmez çantasını konsolun üzerine bırakıp pencere önündeki berjere gitti. Derin bir nefes aldı. Kulaklarından alev çıkıyordu. Kalbi ise dört nala koşan bir atlı gibiydi. Gözlerini kapadı ve kendini ayaklarından tavana asılıymış gibi hayal etti. Kanın tüm beyin hücrelerine hücum edişini hissedebiliyordu. Kıvırcık saçları bir yay gibi zıplıyordu. Gözlerini açtığında kalbi eski ritmine dönmüştü. Sehpanın üzerinde duran kitabını aldı, sayfalarını karıştırmaya başladı. Bu kitabı alırken ismine vurulmuştu. ‘ Gülünün Solduğu Akşam’ Herkesin bir gülü vardı elbet ve onun solduğu bir akşam. Kitabın içinde altı çizili bir cümleyi defalarca okudu. ‘ allah sevdiği kulunu Şarkışla’ya düşürmesin.’
   Eli televizyon kumandasına gitti bu sefer. Kanallar arasında dolaşmaya başladı. Sarışın kızla yakışıklı oğlanın bir kokteyl masası  önünde sundukları sabah programında durdu. Yüzlerine yapıştırılmış gülümseme ile neşe saçıyorlardı memlekete. Sanki hiçbir şey olmamış gibi. Sanki dün otuzbeş ocağa ateş düşmemiş gibi. Sarışın ve yakışıklı olmaları yeterdi zaten o beyaz camın içine girmeye. Sabah şekerleri onlar,  ikisini de sıcak çayın içine atıp son sürat karıştırarak eritmek istedi. Konuşurlarken birden bire dans etmeye başladı kesme şekerler.
koca ağızlı, yanık sesli sevimli çocuğun şarkısı eşliğinde
‘ Dökülür yediverenler /Teninden rengarenk /Açardı mevsimli, mevsimsiz bir tanem /Değişir kokun , ısınır kanın beni, yakarsın. /Vazgeçilir gibi değil, bu med ceziirrlerrr……’
  Televizyonu kapattı. Sabahları erken kalkmaktan nefret ederdi. Ama kör şeytan uyutmazdı onu. Kafasının içinde bir sağa bir sola döner durur iğnelerini batırırdı. Her gün aynı saatte evden çık, aynı yolu yürü, aynı insanlara gülümse , aynı cümleleri kur. Kafesinin içinde dönüp duran ve bir yere varamayan o fare kılıklı şeyden bir farkı yoktu. Tüm bunları bir tiksinti ile yaptığını fark etti. Telefonun fişini taktı ve dükkanı aradı.
-Nermin yavrum , dükkanı sen kapa bugün, yarın da sen aç. Çekmecedeki defterde randevular yazılı ara onları ‘sizinle bundan sonra ben ilgileneceğim, matmazel bir süre buralarda olmayacak’  de. Her şey sana emanet.

Ahizeyi kapattı ve fişi tekrar çekti. 

Hiç yorum yok: