31 Aralık 2013 Salı

KURBAĞAYA CAN VEREN PLAZA DELİSİ

   

   
 Bir varmış, bir yokmuş. Attığı taş, ürküttüğü kurbağaya değmeyen bir adam varmış. Her gün yaşadığı plazanın girişinde yer alan süs havuzundaki kurbağalara, hafta sonu gittiği ormandaki dere kenarından topladığı çakıl taşlarını atar, kurbağaların ürkmesini beklermiş. Bıkmadan usanmadan, bir gün o kurbağaların ürkerek oradan zıplayıp kaçacağına o kadar inandırmış ki kendini, onu o şekilde gören plaza sakinleri dehşet içinde kendisine bakar, ama yanına yaklaşıp ''hemşerim napıyon burada?'' diye soru sormaya korkarlarmış. 

  Bir nevi “plazanın delisi” muamelesi yaparlarmış kendisine. Dedikodusunun alası yapılırmış tuvalet köşelerinde, asansör kuyruklarında. Kimine göre bu dört köşe cam fanus içinde yeterli nefesi alamayıp beynine oksijen gitmediği için, kimine göre beklediği terfiyi alamadığı için, kimine göre de sevdiği kız onu bir başka plazada yaşayan daha üst düzey bir çalışan için terk ettiğinden bu haldeymiş adam.

    Taşları kurbağalara atarken, boynunu hafif büker, dudaklarına masum bir tebessüm iliştirir, gözlerini kapatır, hayallere dalarmış. Bir gün bir deniz kenarında çakıl taşları üzerinde dalga sesleri ile uyuduğunu, bir gün bir dağ köy kahvesinde kuru sandalyeler üzerinde ince belli bardakla çayını yudumladığını, bir gün Afrika’da safaride bir aslanla göz göze geldiğini düşlermiş. Ayakta rüya görmekmiş onun yaptığı. Bu esnada da taşları atarmış kurbağalara ürksünler diye.

    Bir gün plaza yaşayanlarından biri dayanamamış tüm cesaretini toplayıp gitmiş adamın yanına. Bütün dedikoduları bir yana atıp, gerçeği öğrenmeyi çok ama çok istiyormuş. ''Pardon, size bir şey sormak istiyorum yüksek müsaadenizle efendim. Neden her gün bu havuza taş atıyorsunuz acaba?'' diye sormuş. Adam kapalı olan gözlerini açmış, bükük olan boynunu doğrultmuş, tebessüm ilişik dudaklarını serbest bırakmış ve gayet donuk bir sesle ''kurbağaları ürkütmeye çalışıyorum'' demiş. Plaza yaşayanı gülmüş. ''İyi de bu kurbağalar cansız, taştan yapılmış biblolar sadece, ürkmelerini beklemeniz çok anlamsız'' demiş. Bu cevabın karşısında adam kalın kaşlarını kaldırarak ''Peki sen kendini canlı mı sanıyorsun, bu yüz katlı, dört tarafı cam ile çerçeveli fanusun içinde yaşarken? O cansız dediğin kurbağalar ile arandaki fark ne? Nefes alıp vermek mi? Peki soluduğun hava gerçek mi? Senin de kafana her gün onlarca taş atıyorlar ve sen de ürküp kaçmıyorsun buradan, tıpkı bu havuzdaki kurbağalar gibi. Sen şimdi git önce bu soruların cevabını bul, sonra da gel beni tekrar sorgula!'' demiş ve havuza dönüp elinde kalan diğer taşları atmaya devam etmiş. 

     Duydukları karşısında kısa bir şok geçiren plaza yaşayanı, kendini toparladıktan sonra dedikodu kazanına atıvermiş plaza delisinin söylediklerini. Kazan bütün gün fokur fokur kaynamış, kaynadıkça coşmuş, coştukça taşmış. Ertesi gün havuzun başında plaza delisinin yanında bir kişi daha belirmiş kurbağalara taş atan, sonraki gün beş kişi, on kişi derken bir de bakmışlar havuzun kenarı dolup taşmış.Tüm plaza yaşayanları havuzdaki kurbağaları ürkütmek için havuzu taşlıyormuş. Bu süre içerisinde hiç bir kurbağa ürkmemiş ama bu hareketi önleyemeyen plaza yönetimi ürkerek, çareyi kurbağalı havuzu bina girişinden kaldırmakta bulmuş.

    Kurbağaların ürkmeyeceğine inananlar ise sabah gelip de kurbağalı havuzu göremeyince çok şaşırmışlar. Plaza delisi bütün bu olanları sessizlik içinde izliyormuş kenardan. Plaza yönetimini ürkütmek sureti ile, dolaylı yoldan da olsa kurbağaları ürkütüp o havuzu oradan kaldırtmayı başardığı için de kendisi ile gurur duyuyormuş. Bundan sonra kendisine plaza yaşayanları “sosyolog filozof mühendis bey” diye hitap etmeye başlamışlar. 


  Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine de olan zavallı çirkin kurbağalı havuza olmuş.










21 Aralık 2013 Cumartesi

VAZGEÇEBİLMEK....NELERDEN???

   
   
 



    Kadın DÜŞlerini aldı koltuğunun altına ve batan güne doğru yürüdü. Düşlerinin ağırlığından mıdır nedir, pek yavaştı adımları. Attığı her adımda ayaklarına batan taşların SIZIsını yüreğinde hissediyordu. Çantasına sıkıştırdığı PİŞMANlıklar ise o kadar çoktu ki, neredeyse fermuarını patlatacaktı. Evden çıkarken KEŞKElerini de cebine sıkıştırmayı unutmamıştı.  Ya o  gözünden akamayan  ,  içine akıttığı gözyaşları???  İçi su dolu balon gibi oturmuştu midesine.
   Bir an için '' keşke bir NEFES sigara olsaydım'' diye aklından geçirdi. Gözlerini kapatıp, ciğerlere çekilen derin bir nefes , biraz duman, biraz ateş, biraz kül ve biten izmaritin ardından ''PUF!''... Bir anda yok olabilirdi. Sıkça  kullanılan bir replik geldi aklına '' hayatım bir  film şeridi gibi geçti gözümün önünden ''  Şimdi kendi hayatı tıpkı bir film şeridi gibi geçiyordu gözünün önünden. Ama bu filmlerde karakterler ölürken söylenen bir replikti. Oysa o ölmüyordu, omuzları düşük, tabanları acıdan kızarmış da olsa ayakta ve batan güne doğru  yürüyordu. Denizin içinde birazdan kaybolacak güneşin ertesi gün diğer taraftan tekrar yükseleceğini bilerek yürüyordu. Ama bunu bilmek onun içindeki tarifsiz ACIyı azaltmaya yetmiyordu. O acı ki bırak yüreğini, ciğerini, midesini, dalağını, içinde ne kadar organ varsa hepsini dağlıyordu. 
  Sonra bir an ''rakı şişesinde bir BALIK olsaydım'' diye düşündü. Tıpkı  adını hatırlamadığı o şairin dediği  gibi. Her daim kafası kıyak bir balık. DERT yok TASA yok. Paçalarını ıslatan DALGAnın sesi ile irkildi. Durup, denizin ufuk çizgisine bakakaldı. Artık bir adım atacak hali kalmamıştı. Buraya kadar omuzlarının eğilmesine neden olan ne yükü varsa, tek tek DENİZe savurmak istedi. 
      Önce PİŞMANLIKlarını usulca bıraktı suyun içine. Dalga önce taşlara vurdu dövercesine, sonra çekti aldı içine. Sonra KEŞKElerini  fırlattı olanca gücü ile. O kadar ağırlarmış ki, birkaç dakika içinde gözden kayboldular. Sonra DÜŞlerini aldı avuçlarının içine. Uzun uzun baktı. Tam eğilmiş yavaşça suya bırakırken bir damla GÖZYAŞI düşüverdi düşlerinin üzerine. Kıyamazdı onları suya bırakmaya. Düşleri olmayan bir insan ne işe yarardı ki? O damla barajın önünü tıkayan bir taş misali açtı göz pınarlarını. Bağıra bağıra ağladı , HIÇKIRIKlar içinde karıştı  gözyaşları denizin suyuna. 
      Sonra aldı DÜŞlerini tekrar koltuğunun altına doğan güne doğru yürüdü...   

11 Aralık 2013 Çarşamba

YOLLAR BİZİ BEKLİYOR

   
   Bizler oldum olası gitmeyi seven bir topluluğuz. Olur da bir yere gidemesek bile gitmeyi konuşuruz. Dilimize pelesenk olmuştur '' ah şimdi bir otobüste olsak da nereye gittiğimiz bile belli olmasa '' cümlesi. Bazen toplaşır gideriz. Bu gitmeler eğlencelidir, komiktir. Türlü türlü anılar, fotoğraflar kalır bize. Bazen de tek tek gideriz. Tek başımıza olsak da biliriz ki  kalbi bizimle olan bir grup insan vardır ardımızda bıraktığımız. Bazen de tek tek aynı anda dünyanın farklı kıtalarında oluruz. Döndüğümüzde en ayrıntısına kadar anlatırız ne gördük ne yaşadık. Bizimle gelemeyenlere fotoğraflar ve yazdığımız küçük notlarla gelmiş kadar olmalarını sağlarız. Gidemeyenler hiç üzülmez gidip göremedikleri için. Kıskançlık krizlerine girmeyiz. İçimizden birinin bile gidebilmiş olması bizi fazlası ile mutlu eder. Biz birbirimizin mutluluğundan kendimize pay çıkarırız. 
   Bugünlerde hep beraber bir yerlere pek gidemiyoruz. Önceden bir öğlen paydosunda karar verip planlar yapıp o planlara harfiyen uyardık. Sırt çantamız her daim hazır kapı arkasındaydı. Kimse oyun bozanlık yapamazdı. Yapmak da istemezdi zaten . Sonraları  küçük ayrıntılar girdi her birimizin hayatına. O küçük ayrıntılar karar verdi ne zaman nereye gidebileceğimize. O ayrıntıları da kattık yaptığımız planlara.Kapı arkasında ki sırt çantaları oldu mu sana oldu mu sana koca bir bavul. Gün geldi çok güzel dahil oldular aramıza , gün geldi yapılan planları son gün bozdular farkında  olmadan. Kimi annesinin karnında dedi ki '' üzgünüm anne otur oturduğun  yerde ne işin var o kadar uzaklarda. '' Kimi de Roma da bir otel odasında      '' içmiyyyyycem o ilacııııııı, evimize gidelim annneeeeee '' diye ateşler içinde ağlarken erken dönüş bileti aldırdı bize. 
   Ayrıntılar arttıkça zorlaştı belki gitmeler ama esas maharet onlarla beraber gidebilmek. Belki şekli değişecek bu gitmelerin.  Eskisi gibi sadece tarihi turistik yerler gezilmeyecek, dağ bayır tırmanılmayacak, dereler aşılmayacak, gidilecek yerde'' acaba oyun parkı var mı '' diye bakılacak . Ziyaret edilecek yerlerde ilk sıraya alacak  bu parklar. Arnavut kaldırımlarında puset itmek belki çok yoracak bizi ama soluduğumuz o başka yer havası verecek o gücü bize. 
    Bizler mutlaka yeniden  düşmeliyiz yollara . Çünkü o yollar bağlıyor bizi birbirimize.  Çok uzak olması gerekmiyor bu havayı değiştirmek için. Arabaya atlayıp , tekerlerin dönmesini sağlamak   yeterli bizim için. Nasıl olsa  bir yere varır o tekerlekler yeter ki biz o ilk adımı atalım.













27 Kasım 2013 Çarşamba

LEZZET SIRLARI



 
   Yapılan seyahatlerin vazgeçilmez unsurudur nerede ne yenileceği. Gezi öncesi yapılan ön araştırmalarda, o yörenin lezzetlerinin hangi lokantalarda yenilmesi gerekliliği mutlaka not edilir. Gezi zamanı kısıtlı ise normalde yenilen üç öğün rahatlıkla beş öğüne çıkarılabilir. Aynı anda birçok lezzetin tadına bakabilmek adına masadaki kişilerle yakınlık derecesi gözetmeksizin farklı yemek siparişi verilerek, her tabaktan birer çatal almak suretiyle, bütün menüyü sipariş etmek üzere anlaşmaya varılır. Masa tıka basa dolu da olsa mutlaka yan masadakilere ne geldiği göz ucuyla gözetlenir ve ''ay şundan da mı isteseydik, nefis görünüyor'' diye iç geçirilir. 

   Antep'e gidip de oranın lezzetlerini yerinde yeme arzusu ile yanıp tutuşurken, elde olmayan teknik  nedenler dolayısı  ile bu dileğimizi bugüne kadar gerçekleştiremedik. Ne zaman gerçekleştireceğimiz ise şimdilik bir muamma. Ama iş icabı da olsa zaman zaman yöreye giden sevgili kocam o lezzetleri tadarak, bana da gelip anlatarak içimizdeki yemek aşkını bir nebze olsun köreltmek için elinden geleni yapıyor. Öyle ki biz Antep'e lezzetlerine gidemiyorsak onlar bize gelsinden yola çıkarak yapmaya karar verdi Kilis Kebabını.
    Bu kebap içindeki lezzeti, zırhın et, maydanoz, biber ile sayısı belli olmayan kere kesilerek birleşmesine borçlu. Tabi bunu yapmak öyle sanıldığı kadar kolay bir iş değil. Bu saydığım malzemeler hepsi bir seferde doğranmıyor. Sabır ve el emeği ile önce kuşbaşı etler, sonrasında diğer malzemeler teker teker ilave edilerek, tekrar tekrar zırh ile üzerinden geçilerek sonunda kebabın kıyması elde edilmiş oluyor.

  Bu iş öyle kasaptan kıyma aldım, yaptım oldu demekle olmaz, onu baştan söyleyeyim. Her yemeğin mutlaka bir püf noktası vardır. Ya bir baharat, ya bir son dokunuş yemeğe o eşsiz lezzeti verir. Burada ise işin püf noktası zırh ile hazırlanan bu kıymadır.

   Geri kalanı ise, tepsinin altına patatesleri yerleştirerek, üzerine bu kıymayı yayıp, onun da üzerine domates dilimlerini yerleştirmekten ibaret. Bu şekilde fırına verilerek, enfes kokular eşliğinde pişmesini beklemekten başka bir iş kalmıyor bize.
   

   Sadece Kilis Kebabı bize Antep'i anlatmaya, yaşamaya yetmez tabi ki. Antep yemeklerinin hepsini evde yapmaya kalkmak da hiç o kadar kolay bir şey değil. Ama biz yine de kendi mutfağımızda elimizden geleni ardımıza koymayarak yeni lezzetlerin peşinde olacağız. Bu arada en kısa zamanda da Antep'e gidip, yerinde bu lezzetler ile tanışmak için de çaba göstereceğiz. 
    

12 Kasım 2013 Salı

MARGARİN İLE TEREYAĞI TABU YIKAR MI?

   

     Her şey ailede başlar derler. Özellikle yeme alışkanlığının edinilebileceği yegane yer ailedir. Bizim evimizde her sabah kahvaltı sofrası hazır olurdu. Her ne kadar çalışan bir kadın olsa da, annem bizi zinhar kahvaltı etmeden okula göndermezdi. O yüzden üniversite  için İstanbul'a geldiğimde yurttan kahvaltı yapamadan çıkmak bana ilk başlarda çok tuhaf gelmişti. Edinilmiş alışkanlıklardan biranda vazgeçmek insanda soğuk duş etkisi yaratırmış. Bir yanımın eksik kaldığını hissetmiştim. Bu sebepten okula girer girmez koşar adım kantine gider, kahvaltımı yapar, kendime gelirdim. 

     Birçok şeyi annemden öğrendim. Pasta börek işinde belli standartları vardı. Özelikle sıvı yağ kullanırdı ve mutlaka ölçünün daha azını koyardı karışımlarına. Margarin ve tereyağı içeren pastaları yapmayı tercih etmezdi. Çok nadir ve mecburiyetten kullanım dışında margarin girmezdi evimize.  

    Bendeki bu margarin ve tereyağı korkusu buradan gelir. Ne zaman farklı bir kek, börek, pasta yapmak için tarif karıştırsam, karşıma çıkan margarin ve tereyağı yüzünden vazgeçerim. Annemin kızıyım ya, margarin de tereyağı da koymam pastalarımın içine, korkarım. Ben bu iki zararlı maddeyi kullanmam ama kullanılmış olan tüm pasta ve börekleri de gönül rahatlığı ile yerim. Hiç de geri kalmam. Benin sorunum, bunların yediklerimin içinde olduğunu gözlerimle görmemiş olmam ve buna kendimi alet etmemiş olmam. Bu nasıl bir psikolojidir bilemem, ama sanki ben görmeyince daha az zararlı oluyor bu meretler. 

     Tabi bu tereyağı ve margarin takıntımdan dolayı bugüne kadar çok dar bir çerçevede kaldı repertuarımdaki pastalar. İnsanın havuçlu kekten bir adım öteye geçememesi artık bir noktadan sonra ağır gelmeye başlıyor. Farklı sularda yüzmek, farklı tatlara yelken açmak isteği bir kurt gibi sizi kemiriyor. Ta ki kırılma noktasına gelip de ben bugün farklı bir lezzet yapmalıyım diye yataktan fırlayıp, dolaptaki tart tepsisini karşıma alıp, bugün seninle çok güzel şeyler başaracağız diyene kadar. 

    Başlangıcı biraz zor olsa da, margarin ve tereyağını unun ortasına yumurta ile birlikte koyup da yoğurmaya başlayınca, korkunun ecele faydası olmadığını anlamış bulunuyorum. İşte yıllardır uzak durduğum ikili şimdi ellerimin arasında un ve yumurta ile birleşerek o leziz tart hamuru olmak için adım adım ilerliyor. Yoğurma işlemi bittikten sonra o afilli tart kalıbına incecik olarak açılıp serilen hamurun üzerine gelsin elmalar tarçınlar... 

    Aslında tarifte hamurun bir kısmının dolapta dondurulup, elmaların üzerinin dondurulan hamuru rendelemek sureti ile kapatılması gerektiği yazıyordu ama sabırsız ben, donmasını beklemeden o muhteşem (!) tasarım yeteneğimi konuşturarak, resimde görmüş olduğunuz deseni elde ettim J. Şeritler tamamen doğaçlama eseri ortaya çıkmış olup, aynısını benden tekrar bekleyenlere bunun mümkün olmadığını üzülerek belirtmek isterim. 
      
   
 Gelelim görüntüsü itibariyle güzel olan bu elmalı tartın tadının nasıl olduğunu anlatmaya. Bu konuda tabi ki görüşleri benim için çok değerli olan kocam, hamurunun gayet kıvamlı, lezzetli bir tart olduğunu belirterek, ilk denememde beni onurlandırmıştır. Görüşleri itibariyle bana torpil geçtiğini düşünenler varsa yanılıyorlartadına bakan misafirlerimin de çalışmamı gayet başarılı bulduklarını dile getirmiş olduklarını buradan belirtmekte fayda görüyorum.        
   Tabuları yıkmak kolay değil. Benim için margarin ve tereyağı tabusu tam 38. yaşımda ancak yıkıldı. Darısı diğer tabularımın başına

7 Kasım 2013 Perşembe

Elalemin Parkları Der Bize Hayatları


     
     
        Eğer bir çocuk ile seyahate çıkıyorsanız onun oyun oynama ihtiyacını göz ardı etmeyip, ziyaret edeceğiniz ören yeri, müze, katedral vs.ye oyun parklarını da mutlaka ilave etmek zorundasınız. İsviçre bir çocukla gezmek için oldukça ideal bir ülke, öyle ki insanın burada gördüğü parklar neticesinde çocuk olmasa da çocuk olası geliyor. İsviçre'ye Mayıs 2012de gitmiştik. Bizim kız 3 yaşındaydı. Bugün hala ara ara anne bir daha İsviçre'ye gidelim deyip duruyor. Nedeni ise, tabi ki orada her gittiğimiz şehirde mutlaka arayıp bulup  gittiğimiz parklar.

Pilatus Dağı’nın bir tarafından trenle çıkıp, diğer tarafından teleferik ile indik. Teleferik ile inerken, iki ayrı durakta inip daha sonra devam edebiliyorsunuz. Bu duraklara çeşitli oyun ve aktivite alanları yapmışlar. Her yaştan çocuk, genç ve yetişkin için doğanın kucağında gerek bahar, gerekse kış aylarında oynanacak bir sürü oyun var.
    
   

      

       Biz yetişkinlerin oyun alanları yerine, tabi ki kızımızla birlikte olabileceğimiz çocuk oyun alanlarını tercih ettik. Çocuk oyun alanı dediysem deburada büyükler de gayet güzel ve keyifli vakit geçirebilirler. Nitekim biz de öyle yaptık. Gittiğimiz parkta bizden başka kimse olmadığı için aman başkaları bizi görürse ne der kaygısı taşımadan bütün oyuncaklara bindik.

Teleferik ile aşağı inerken gördük yeşilin ortasındaki bu oyun parkını  ve hemen inmeye karar verdik. İyi ki inmişiz, çünkü uzun zamandır hiç bu kadar eğlendiğimizi hatırlamıyorum. Çocuklar gibi şendik. Buradaki oyun aletleri ağaç kütüklerinden ve halatlardan yapılmış olup, gayet basit ve doğal görünmelerini sağlamıştı.
     


    Aşağıdaki oyun aleti benim gibi yüksek adrenalinli sporlardan (yamaç paraşütü, bungee-jumping, rafting vs.) korkanlar için, düşük adrenalin yaratan ama bir o kadar da keyif aldıran bir aletti. Şimdi diyeceksiniz ki kıyasladığın şeylere bak, birbirleri ile alakaları yok!”. Alakası olmayabilir ama iki direk arasına gerilen bir ip ve onun arasında bir baştan bir başa kayan bir makaradan oluşan bu alet, kimbilir belki de bir önceki yüzyıldaki en adrenalinli spor aletlerinden biriydi. Benim bu yüzyılda bunu keşfetmiş olmam, İsviçre'ye gitmem ile doğru orantılı. Benim gibi birileri daha gidip görüp beğenmiş olmalı ki, Göztepe Parkı’nın yeni düzenlemesine bunu da koymuşlar. Yalnız hatırlatayım sadece çocuklar binebiliyor, zaten o kalabalıkta buna binmeye kalkarsanız kesin yuhalanırsınız benden söylemesi.


    Aşağıda gördüğünüz bildiğimiz tahterevalli. Üstündeki ise yine bildiğiniz içindeki çocuk ruhunu serbest bırakmış, “keyif insanı bendeniz.


   Parkın halatlara tırmanıp, tünellerden geçerek bedensel aktivitelerin yoğun olduğu oyun gruplarını baba kıza bıraktım.  Bense hamakta sallanarak keyif çatmayı  tercih ettim.



    Aşağıda görmüş olduğunuz park da Rıgı Dağı’ndan aşağıya inerken yine teleferiğin yakınındaki ormanın içine konumlanmış bir park. Burada da ana konsept kaydıraklardan oluşuyordu. Uzun kaydırak, kısa kaydırak, geniş kaydırak vs. Yine her birini denemekten kendimizi alamadık. 






Lozanda gittiğimiz parkta ise sadece kocaman ahşaptan oldukça modern çalışılmış bir gemi vardı. Tüm tırmanma, kayma, zıplama, atlama, sallanma olayını bu tek gemi ile çözmüş arkadaşlar.

Luzernde gittiğimiz aşağıdaki parkta ise en ilginç olan şey su oyuncaklarının olmasıydı. Yani bizim buradaki annelerin kesin karşı çıkacağı bir olay, aqua parkların dışında suyun çocuk oyun alanlarının içine yerleştirilmesi. Çünkü bizleri yetiştiren anneler aman çocuklar üstünü ıslatır, aman ıslak kalırlarsa üşütüp hasta olurlar derlerdi.  Bizler polar montlarımızla gezerken, orada gördüğümüz çocuklar yalın ayak ve askılı tişörtler ile ıslanmaktan korkmadan gayet keyifli oyunlar oynuyorlardı. Biz de bir kereden hiçbir şey olmaz nasıl olsa yedek kıyafetleri var diye, bizimkinin özgürce ıslanmasına izin verdik.
   


     Ve gelelim inşaatçı anne baba olarak en çok hoşumuza giden oyun aletine… Fazla söze gerek yok sanırım oyuna kendimizi nasıl kaptırdığımızın kanıtı aşağıda görülmekte.




       Yeni bir ülke görmek, sadece turistik broşürlerde yazılan yerleri gezip görmek değildir. O ülkede yaşayan insanların, çocukların da nasıl yaşadığına tanık olmak, bazen bir müze gezmekten daha anlamlıdır. Çocuklarımızla gezmeye devam ettiğimiz müddetçe, daha nice farklı oyun parkları keşfedeceğimizden emin olabilirsiniz. Çünkü onlarla gezmek demek, oyun parklarını es geçmemek demektir.


23 Ekim 2013 Çarşamba

BU MUTFAK KİMİN ?

   
     
   Yemek yemek de yapmak hep bir   zevk olmuştur  kocam ve benim için . Gün olur  yemek yeme bahanesiyle yola çıkar kilometre yaparız , gün olur mutfağa girer yeni tatlar keşfeder  ve bu tatları da birilerine yedirmek için can atarız . Televizyondaki  gurme ve yemek programlarını takip eder , gitmesek de, yemesek de , yapmasak da bir gün tadına bakarız umuduyla yaşar gideriz. 
      Bazen mutfağın kime ait olduğu konusunda   tartışır , en nihayetinde ortak bir yol bulur midemizi şenlendiririz. Mutfak prensiplerimizi taban tabana zıttır. Ben yemeklerimde genellikle ölçü kullanmam hissen kalben vuku koyarım malzemeleri , kocam ise ölçü kabı olmadan mutfağa girmez. Ben tariflere pek riayet etmem ne bulsam katarım  yemeğin içine , Kocam ise  tarife harfiyen uymak konusunda oldukça hassastır.         Kocam mutfağın kendine ait olduğunu  düşündüğü zamanlarda gereken envayi çeşit kap kacak envanterini tedarik ederek  ( yılda bir kerede kullanacak olsa bile) masrafdan hiç kaçınmaz , bense  elimizdeki mevcut malzeme ile yapılacak yemekleri yapmayı tercih ederim.  Yapacağı yemeğin usulü ne ise , ne gerektiriyorsa mutlaka kendi mutfağında olmalıdır. Benim mutfağımda ise eksik bir alet  varsa o yemek yapılmaz mutlaka o aletsiz yapılacak başka bir  yemek bulunur ve yapılır. 
     Bundan yaklaşık iki sene önce ıspanaklı kiş yapabilmek  için bir tart kalıbı almış olup iki kere  kullanılan bu kalıp dolapdaki yerini alarak yeni bir macera için  beklemektedir. Ne zaman ki kocama elmalı tart yapma isteği gelecek o zaman ortaya çıkıp hünerlerini gösterecek diye umut etmektedir. 
         Bir mutfağın olmaz ise olmazı tabi ki süper doğrayıcı bıçaklardır. İlk önce alınan bu mühtiş bıçaklar oldu  ki insan bu bıçakları eline alınca ne yalan söyleyeyim ayrı bir havaya giriyor . Bu bıçaklar ile soğan doğrarken kendini  rahatlıkla mıchelin yıldızlı bir şef gibi hissetmen an meselesi. İçinden ' bana dünyanın bütün soğanlarını getirin hehhheyyyyttt ulan doğrıycam ' diyorsun . Yani başkalarını bilemem ama ben öyle hissediyorum. 
       Benim İtalya 'ya olan  düşkünlüğümü  bildiğinden  , pizza'ya merak saldığında ise usta şefler gibi elinde açmayı öğrenene kadar merdane ile idare etmesi gerekeceği için hemen gidip bir merdane aldı. Burada mesele hamuru kıvamında tutturmak gerisi olayın süsü.Üstüne istediğin malzemeyi koy ama itiraf edeyim ben pizzaya pizza demem içinde sucuk olmayınca. Sucuk olayın püf noktası , italyan lezzetinin içinde Türk'lüğümüzü koymazsak olmaz. Hah bir de de domates  sosunun inceliği var onun da püf noktası içindeki baharatlar ve sarımsak .  Üç beş denemenin sonunda hamuru gayet de başarılı bir şekilde tutturduğunu buradan gururla söyleyebilirim. Artık ona italyan şef  Feliciano  diyorum  pizza yaparken. 
        İş için Antepe gidip gelmesi onda Antep yemeklerine  ayrı bir merak salmasına sebep oldu. Kilis kebabı yapmak için gidip bir zırh aldı. Zırhı ilk gördüğümde yeni bir yemek macerasının başlayacağını biliyordum ama bu kadar zor  ve emek harcanacak bir yemek olacağını kestirememiştim. Antepli ustaların neden hep erkek olduğunu bir kez daha anlamış oldum. Çünkü bu yemekler kol gücü ve sabır  gerektiriyor. Bendeniz oldukça sabırsız ve aceleci  biri  olduğumdan hayatta kuşbaşı eti alıp da bu zırh denen aletle saatlerce uğraşarak kıyma haline getiremem. Ben kıymamı kasapdan çektirir alır gelir yemeğimi yaparım. Amma  burada yidiği öldürür hakkını da veririm. Şimdi benim çektirdiğim kıyma ile bu kilis kebabı olmaz onu da bilirim.  Buradaki püf nokta ise işte bu zırh ve harcanan o bilek gücüdür.  Kilis kebabını yedikden sonra ise  bizim İtalyan Şef  Felicıano olur sana Antepli Haydar Usta. Kilis kebabının tadı damağımızda kalır ve bilemeyiz  bir daha ne zaman o zırh dolaptan çıkacak ve  bu lezzeti tatma olanağımız olacak. 
         Bir de çok uzun zamandan beri dilinde olan  ekmek yapma olayı var ki bunu henüz  hayata geçirebilmiş değil ama gerekli döküm tencereleri alınmış olup misafir odasında ne zaman ekmek yapımı için mutfağa gideceklerini merakla bekleme halindedirler. Ben de heyecanla yapacağı zeytinli, cevizli , üzümlü ekmeklerin hayalini kurarak o eşek ölüsü ağırlığındaki tencereleri umarım boşuna almamıştır diye içimden geçirmekle meşgulüm. 
      Sonuçta mutfak bazen onun bazen de benim ama genellikle ikimizin. O bazen  Haydar usta , bazen Feliciano ama ben hep aynı eş Yasiyim. Ustam, Şefim ve Kocam yemek yaptıkça ben buradan size maceralarını  keyifle aktaracağım.  Bu aralar gezi yazısı yazamıyoruz  boş kalmayalım bari yemek yazıları yazalım değil mi ? 
       
        


   


16 Eylül 2013 Pazartesi

TAVUK ve YUMURTA HİKAYESİ

   
   Her şey eve bir virüs girmesiyle başlar , ancak virüsün kim tarafından nasıl eve girdiği hala tartışma konusudur.  Şüpheler iki kişi üzerinde toplanmış olup her gün onlarca insanla muattap olan işe gidip gelen baba , ve okula gidip gelen abla zan altındadır. Lohusa bendeniz ve minik vatandaş  evde kendi mesaimizi icra ettiğimizden  bu konuda  en masum kişiler olarak yer almaktayız.
     Ancak ilk burnu tıkanan  minik vatandaş olunca ' amanın nasıl üşüttük biz bu çocuğu diyerek ' suçu  önce kendimde aradım. O  zorla nefes almaya çalıştıkça biri sanki benim boğazıma bastı ben nefes alamadım. Sonrasında aramızdaki yakın ilişkiden mi diyelim benim burnum da  tıkandı ve boğazım ağrımaya başladı. Hah dedim bir bu eksikti biz çocuğu iyileştirelim derken kendimizi de hasta ettik bravo bana. Bir elimde okyanus suyu diğerinde  pastil başucumda limonu çay göğsümde minik vatandaş ile iyileşmeye çalışıyoruz .  Tabi bu ikilinin ayrılmaz üçüncü üyesi de okuldan gelince boş kalan omzumdaki yerini alıp meşhur aşk üçgenimizi oluşturmuş oluyoruz. Tabi bu üçgen bize yol su elektrik olarak geri dönüş sağlıyor ve dün gece ablamız da hapşuruk ve öksürük ile hastalar kervanına katılıyor.
      Şimdi sorarım size bir evde  hasta olan bir bireyin diğerlerine bunu bulaştırmama olasılığı nedir? Bizim gibi yakın temas ve ilişki içinde olanlarda bu olasılık  koca bir sıfırdır. Peki bir suçlu aramanın bir anlamı var mıdır ? Tavuk mu yumurtadan çıkar yoksa yumurta mı tavuktan çıkar sorusu kadar anlamsızdır bu soruyu sormak .  Tabi ki yoktur sonuç olarak hepimiz hastayız ve bunun başlangıç noktasını sorgulamak  anlamsızdır. Şimdi yapılacak tek şey sonuca odaklanıp  iyileşmek için seferber olmaktır.
      Tabi bütün bu olanlar olurken baba nerede diye soracak olursanız  kendisi aslında en başta ' hasta oluyorum galiba diyip bir iki ilaçla hastalığı teğet geçerek olayı  minimum hasarla şimdilik atlatmış gözüküyor . Darısı  diğer aile bireylerinin başına diyelim ve konuyu şimdilik  kapatalım. 

28 Ağustos 2013 Çarşamba

İKİ ÇOCUK ANNESİ OLMAK

            Evet 10 gün oldu... İki cocuk annesi olalı tam on gün oldu. Çok merak ediyordum acaba nasıl olacak diye ,  şu anda yeni gelen  arkadaş  hala kendini anne karnında sandığından olacak uyku döneminde  olduğundan  o uyuduğu andan itibaren ben  bütün enerjimi ablasına ayırmakla meşgulüm .  Onun içinde yaşadığı çelişki annesini başka biriyle paylaşma düşüncesinden onu alabildiğince uzaklaştırmak için yoğun bir çaba sarfediyorum. Ama ne zaman ki ufaklığı  emzirme için kucağıma aldığımda ters bakışlarını yakalıyorum. Bu terslik bazen de dile dökülüyor " anneeeee yine mi karnı açıktı  bebeğin , hadi oyun oynayalım. "   Bazen sırf bozulmasın diye ufaklık ağlasa da alamıyorum kucağıma önce kızımın kendini iyi hissetmesi diyorum . Sonra iyi ama diğerinin günahı ne o da aç ve bana muhtaç , bu ne yaman çelişkidir  ikisini birden mutlu edebilmek bir anne için ne kadar mümkündür ?  
          Aslında ablayı kardeşi için oldukça iyi hazırlamıştık . Onun için bir oyuncak geliyordu , üstünü giydirebileceği , altını değiştirirken yardım edeceği bir oyuncak. Ama tabi oyuncak dönemi sadece bir kaç gün sürdü . Gerçekler ile yüzleşince bunun bir oyun değil de  üzerine kuma gelen bir kadın misali bozulan biri olup çıkıverdi. Böyle düşününce bozulmasının gayet normal bir davranış olduğunu idrak edip buna fazla bir tepki vermemizin yersiz olacağı kanısına vardım. Bu yaşanılası bir süreç  ve bu süreçte onun yanında olarak minimumda atlatması için elimizden geleni yapmaktan başka çaremiz yok galiba . 
       Tabi bu arada ufaklık da kendi kendine büyümeyecek , onun içinde ayrı  bir çaba harcayacağız . Demek ki neymiş iki çocuk annesi olmak için öncelikle çaba harcamak yükleminin anlamını iyice öğrenip bunu  hayata geçirebilmek gerekiyormuş ... 
              

13 Ağustos 2013 Salı

Leylekler...

 

   2012 yılı benim leyleği havada görüp peşi sıra  4 mevsim uçarak oradan oraya konduğum bir yıl oldu. Öyle ki kış aylarında ayında Almanya  ile başlayan kanat çırpışlarım  baharda  İsviçre ile devam edip, yaz aylarında Samos ,  ve nihayet sonbaharda  2 sefer  İtalya ile son buldu. Gerçi  son  İtalya seyahatim çocukla gezmenin vermiş olduğu risk sebebi  ile   Roma hava alanı-otel arasında geçip normalinden erken  bitse de , Roma ya bu kez kocam ile ayak basabilmiş olmamın verdiği mutlulukla  termini önünde çekildiğimiz foto yanıma kar kaldı.

      Sadece  leylekler mi var bu  dünyada biraz da başka hayvanları kendine örnek al diyenleri  dinleyerek  2013 yılını elde olmayan teknik sebepler ile kaplumbağa misali evim sırtımda kendi halimde geçireceğimi buradan bildirerek , bu sene gezi yazısı yazamayacağımı belirtmek isterim.

      Leylek deyince akla  gezmenin dışında da bir şey geliyor değil mi ? Bu sene leylekler gezme dışında başka bir şeyi müjdelediler bana.... Evet tahmin ettiğiniz üzere  yeni bir bebek geliyor hayatımıza. Çok değil bir kaç gün sonra ekibi dörtlüyoruz. Şu an dört kişi nasıl gezip tozarız , nasıl altından kalkarız hiç bir fikrim yok ama eminim bir fikir sahibi olacağım günler de gelecektir. Gerçi iki çocuk olayını önceden tecrübe edenlerin söylediği bir atasözüne göre '    Bir cocuk hiç çocuk ' demekmiş ama yine de yaşamadan bie şey demek pek doğru olmaz diyorum....