28 Kasım 2014 Cuma

AH HAYRİYE AHHHH....

 
  Merdivenli sokağın başına geldiğinde durdu. Tıkalı ciğerlerini açar umudu ile derin bir nefes aldı. Bu merdivenleri ikişer ikişer çıktığı eski günler geldi aklına. Gülümsedi. Dere kenarındaki kahvede nargilenin üzerine sigara ile cila çeker, ardından bu merdivenleri  on saniyede çıkardı. İri cüsseli, geniş omuzlu , mahallenin yakışıklı delikanlısıydı. Okuldaki bütün kızlar ona hastaydı. O ise sadece birine...
  Beş basamak çıkmıştı ki soluklanmak için durdu. Elindeki şişeyi altıncı basamağa koydu. Paslanmaz korkuluğa yaslandı. 
   '' Ah Hayriye ahhhh...Varsın manton kürklü olmasın sen benim her daim Madonnam'dın. Nadide çiçeğim, deniz gözlümdün. O lanetli gecede neden çarpıp gittin kapıyı? Hiç mi düşünmedin ardında bıraktığın  bu heybetli adamı nasıl yıktığını? Kolunu kanadını kırdığını. Bak duyuyor musun? Biri pikaba bir plak koydu. Bizim şarkımız çalıyor. Biraz hışırtılı ama olsun. '' sevemez kimse seni , benim sevdiğim kadar, sevgilim sen olmazsan , yaşamak neye yarar....'' Arka bahçede, kömürlüğün yanındaki çardakta buluşurduk. Hani tepesinde pembe sarmaşık gülleri olan gizli yerimiz. Sana bu şarkıyı söylerdim o berbat sesimle. Sense gözlerimin içine dalar gülümserdin sadece. Bir gün eline sarmaşık güllerinin dikeni batmıştı da ne çok ağlamıştın ben  onu çıkarırken. 
Sen ağladıkça o dikenler benim kalbime kalbime saplanmıştı. 
   Yaslandığı korkuluktan doğruldu. Altıncı basamağa bıraktığı şişeden bir yudum aldı. Derin bir nefes  alarak beş basamak daha çıktı. Otoyoldan geçen arabaların sesi kafasının içine bir ok gibi saplanıyordu. O oklardan biri torununun istediği ışıklı ayakkabıyı almadığını hatırlattı, diğeri kablolu televizyonunnun tamir servisini aramadığını. Küfürü bastı...
   Ah Hayriye ahhhhh....Varsın manton kürklü olmasın...Sana aldığım kolyeyi saklıyor musun ? İşinin ehli bir kuyumcu vardı çarşıda. Hatırlar mısın kapısının önünde her daim duran tahta  sandalye üzerinde bir sürahi limonata olurdu. Sehpası yoktu zaar. Hiç kimse bir anlam veremezdi. Dededen kalma bir limon bahçesi vardı bir söylentiye göre. İsimlerimizin baş harfini yaptırmıştım ona. İkimiz de sonsuza dek kalbimizin üstünde saklayacaktık. Ben sözümü tuttum bak ceketimin iç cebinde kalbimin tam üstünde senelerdir gizli bölmesinde. 
   Son beş basamak Sadullah bey ha gayret. Kına gecesi mi var ne. Uzaktan oynak bir müzik sesi geliyor. Gecenin bu saatinde olacak şey değil. Uyu be mahalle !  Ben şu basamakları bitirip de eve varabilsem , kapıdan içeri girip kendimi yatağa atabilsem bir uyuyacağım ki sorma. Ah bir varabilsem eve ..
    Ah Hayriye ahhhh ahhhhh........

20 Kasım 2014 Perşembe

BEN YAPMADIM

   
  O kadar uzun zaman olmuştu ki bir kadeh ile dans etmeyeli.Doktor yasaklamıştı. İyi gelmiyordu ona. Hatlar karışıyordu. Tek bir yudum bile kaseti başa sarmaya yeterdi. Aynı filmin sahnelerini tekrar yaşamaya gücü yetmezdi. Doktor öyle söylemişti.
     Halt etmiş doktor. Ben onun sandığı kadar güçsüz değilim ki. Çocuk muyum ben ? Deli de değilim. Tamam kabul bazı şeylere karşı biraz zaafım olabilir.Ama kimin yok ki ? Benim de zaafım küçük şişeler. Onlarsız kendimi eksik hissediyorum. Kapaksız tencere olur mu? Olmaz. Kaynayamam. Kaynamam çok uzun sü rer. Vaktim yok. İsraf. Gaz israfı. Sadece bir yudum alsam ne olur ki.Nasıl da güzel kokuyor şu anason.Canına yandığım.
      Otlar büyümüş ... biçmek lazım alevleri gördüm koştum su yok. Nasıl sönecek...Emeklerimin hepsi kül oldu. Benim suçum değil. Gülüyorlar neden el eleler ki . Güç  mü aldılar birbirlerinden. Beni engellemek için baraj mı bu. Offffff başım. Neredeyse çatlayacak. Ama nasıl söner bu yangın  su yok  gücüm yok.... Duman birazdan görecekler. Ne diyeceğim onlara. Donald amca yaktı arabayı. Yanında da mickey ve mini mouse . Onlar gülüyorlar mütemadiyen. Öyle çizmiş Disney Amca . Mutlulur hep kötü değiller. Diğer ikisi kim çıkaramadım.Neden yaktılar otlar da yanar biçmeye gerek kalmaz peki ya ağaçlar onlar da yanar mı yanmaz canım niye yansın çok uzaktalar. Ah biraz su olsaydı su yok... Her şey neden siyah beyaz renk ayarı ile oynanmış. Kimin fikriydi acaba kibriti nereden buldular. Donald Amca çete reisi o. Yenisi çok paradır hatırası var bunun alamam ki. Babama ne diyeceğim benim suçum yok baba Donald amca yaktı. Önce güler sonra döver Offfff başımmmmm...........

16 Kasım 2014 Pazar

DEĞİŞEN ROLLER

 


 
 Bazen gökyüzüne bakar, bir yıldız kaydığını hayal edersin. O yıldız kaymasa da, bir dilek tutar gerçekleşmesini beklersin. Hayatın sana getirdiği tesadüf dediğin şeyler, aslında o kaymayan yıldıza bakıp da tuttuğun dileklerdir. 

  O gün, o saatte, o sınıfta olmam her ne kadar bir tesadüf gibi görünse de aslında oynanması gereken senaryonun bir parçasıydı. Hoca ''sen de katılmak ister misin ?'' diye sorduğunda, biraz ürkek biraz şaşkınlıkla ''iyi ama ben sizin öğrenciniz değilim ki'' diye cevap verdim. Ardından sahnede kendimi verilen replikleri okurken buldum. ''Natalya Ivanovna senin, cumartesi saat ikide amfide ol, tekstini de unutma.'' 

  Bir kaç dakika öylece kalakaldım. Bir yanım çığlık atıp zıplamak isterken, diğer yanım da ''Natalya İvanovna da kim?'' diye düşünüyordu. Tekst hangi tekstti? Misafir öğrenci olarak girdiğim bu dersten, kıskanç bakışlar altında  Natalya İvanovna ile birlikte kol kola  çıkıyordum. 

   İnsan hayallerinin peşinden koşar. Ancak bu sefer hayal benim peşimden koşmuştu . Yıllarca göğsümün sol köşesinde sakladığım yasak aşk, birden kendine bir yol  bulup gün ışığına çıkmıştı!  

  O gece hiç uyumadım. Gözlerimi kapadığım an, birden sahne ışıkları yanıyor, alkışlar eşliğinde seyirciyi selamlıyordum. Gözlerimi açtığımda ise gözyaşlarımı tutamıyordum. 

  Ertesi gün teksti başından sonuna defalarca okudum. Önce Maşa oldum, sonra Olga, daha sonra İrina. Hatta Verşinin bile oldum. Ama hiç biri Natalya Ivanovna kadar ben  değildi. 

  Her prova sonrası biraz daha Nataşa oluyordum. Duruşum, bakışım, konuşmam değişmişti. Hırçın, çıkarcı, hırslı ve şirret biri olup çıktım. Her ne kadar rolüm az da olsa, sahneye çıktığım o anlarda sanki tüm dünya küçülüyor, ben devleşiyordum. Hayallerim gerçek oluyordu. Varsın o “üç kız kardeş” başrolde oynasın. Ben o oyunun kötü karakteriydim ve kötü karakterler her zaman daha çok akılda kalırdı. 

  O sene oyun sahnelenmedi. Bütün yazı Nataşa ile birlikte geçirdim. Yeni sezon toplantısında içimdeki Nataşa dile geldi ve ''Hocam, ben bu sene komedi oynamak istiyorum. Geçen sene çok yorucuydu, içim daraldı'' dedim. Bu cümleyi kuran ben değildim! Yani ben olamazdım! Olmamalıydım! Bütün sınıfın şaşkın bakışları altında hoca bana döndü ve ''demek ki bu sene hiç bir oyunda yoksun, Aysun, Natalya Ivanovna senin'' dedi. 

  O an yuuuhhhh sesleri ve çürük yumurta yağmuru eşliğinde ışıklar söndü, perde kapandı. Ben olduğum yere yığıldım. Hayallerim elimden uçup gitti. 


  Defalarca özür dilememe rağmen rolü geri alamadım. Hayatım boyunca Aysun'dan nefret ettim. 




6 Kasım 2014 Perşembe

KENDİ KENDİNE SÖYLENMELER



VOLUME I

Demir kapıyı hızlıca çarpıp çıktım o kör karanlık sokağa. Gıcırtısı inletti resmen tüm mahalleyi. Her akşam aynı dırdırı çekmek zorunda mıyım ben Allah aşkına! Tamam bir hata yapmış olabilirim, ama en nihayetinde ben de insanım. Orhan Baba bile demiş "hatasız kul olmaz" diye. Bu hatayı illa ki her seferinde yüzüme vurmak zorunda mı bu kadın?

Kabul ediyorum nefsime hakim olamadım. Bir hınzır gülüşüne kandım namussuzun. Ama öyle bir gülüştü ki o… İç gıcıklayıcı, seksi dondurma reklamında dendiği gibi "kızgın kumlardan, serin sulara" dalıvermek istedim. Biraz fazla daldım galiba, zira çıkarken bir ton su yuttum.

Kabahat bende! Acemi çapkınım tabi. Git biraz ötede yap değil mi, ne yapacaksan! Başka kadın mı kalmadı memlekette de, gittin komşunun karısının koynuna girdin!

Ah Orhan Baba ah... Şimdi benim için söyle lütfen "bir teselli ver, bir teselli ver; yarattığın şu mecnuna, bir teselli ver”…

Yok yok kesin almaz bu gece beni eve. Haklı canım, ben olsam kapıyı kilitler, anahtarı da tuvalete atardım. Sen tut rakı kadehini karına karşı kaldır ara nağmeden gir "o mahur beste çalar, Müjgan'la ben ağlaşırız". Kafama şişeyi yemediğime şükretmeliyim. Terlikle ucuz atlattım.



VOLUME II

Demir kapıyı hızlıca çarpıp çıktı o kör karanlık sokağa. Gıcırtısı inletti resmen tüm mahalleyi. "Her akşam aynı dırdırı çekmek zorunda mıyım ben Allah aşkına!" diye söylendi. Tamam bir hata yapmış olabilirdi, ama en nihayetinde bir insandı o da. Orhan Baba bile ne demiş: hatasız kul olmaz! Bu hatayı illa ki her seferinde yüzüne vurarak neyi ispatlamaya çalışıyordu bu kadın?

Nefsine hakim olamadığını o da biliyordu. Bir hınzır gülüşüne kanmıştı namussuzun. Ama öyle bir gülüştü ki o. İç gıcıklayıcı, seksi dondurma reklamında dendiği gibi "kızgın kumlardan serin sulara" dalıvermek istemişti ansızın. Biraz fazla dalmıştı galiba, zira çıkarken bir ton su yutmuştu.

Acemi çapkın olduğundan kabahati kendinde buluyordu. Gidip biraz ötede yapsaydı ya ne yapacaksa! Başka kadın mı kalmamıştı memlekette de gidip komşunun karısının koynuna girivermişti!

Meyhanenin kapısından girdiğinde Orhan Babanın sesi karşıladı onu. Sanki bilmişti derdini de onun için söylüyordu. "Bir teselli ver, bir teselli ver; yarattığın şu mecnuna bir teselli ver".

İlk kadehi dikerken kafaya "Yok yok kesin almaz bu gece beni eve. Haklı canım ben olsam kapıyı kilitler, anahtarı da tuvalete atardım" diye söylendi kendi kendine . Kabahati büyüktü. Sen tut rakı kadehini karına karşı kaldır, ara nağmeden gir "o mahur beste çalar, Müjgan'la ben ağlaşırız" diye. Şükretsin ki kafasına şişeyi yemedi de, terlikle ucuz atlattı.



2 Kasım 2014 Pazar

YOL BİTTİ

   

 
   Günler geceleri, aylar yılları kovaladı. Ben olduğum yerde saydım. Attığım taş, ürküttüğüm kurbağaya değmedi. Bindiğim trenler inmek istediğim istasyona hiç varmadı. Teknem limana hep aynı halat ile bağlı kaldı.

   Az önce son damlası düştü altından geçtiğim yüklü bulutun. Ayağımda parmak arası terlikler, su birikintilerine bata çıka yürüyorum nereye gittiğimi bilmeden. Annem bilmez söylemeyin sakın ona, sevmem yağmurda şemsiye açmayı. Yağmur suyu ile ıslanmanın insanın ruhunu temizlediğine inanırım kendimi bildim bileli. Ne zaman içim sıkılsa, ruhum daralsa, ellerimi açar gökyüzüne "ne olur yağ yağmur, yağ da arındır beni bu pisliklerden" diye yalvarırım.

   Yol bitti. Islak kaldırıma oturdum, ruhum çitilenmiş bekliyorum o yedi rengin gökyüzünde belirmesini. Arınma seansından sonra umut seansı başlamalı benim için. O renkleri görmeliyim ki dudağımın kenarına kondurabileyim o gülüşü.

   Benim hiç bisikletim olmadı küçükken. Düşer de bir yanımı incitirim diye almadı babam. Basketbol seçmelerine katılamadım, terler hasta olurum diye. Okul pikniğine hiç gitmedim. Bir yanıma kene yapışır da ölüveririm orada maazallah diye. Annem uzun makarnayı on parçaya böler öyle yapardı. Uzun olursa derin bir nefes ile hüpletirim de, es kaza nefes boruma kaçar diye korkardı. Balkonu yoktu evimizin. “Balkon bir çocuk için tehlikeli” derdi babam. Dengemi kaybedip düşeceğimden korkarlardı.
   Bir korku denizinde büyümüştüm ben. Her an bana bir şey olacak korkusu ile dağlandı yürekleri anne ve babamın. Sanki kötü kalpli cadı ''ölecek bu da diğerleri gibi'' dedi ve iyi kalpli peri de ''alın bu cam fanus içine koyun oğlunuzu'' diye teselli etti onları. ,

   O gün bugündür bu korku denizindeki cam fanus içinde, azgın dalgalar ile boğuşuyorum. Bana yüklenen “sekizinci hayatta kalan çocuk yükü!” ile an be an dibe doğru gidiyorum.


   Bugün çıkmayacak galiba bu yedi renk gökyüzünde. Caddeden geçen her araba, bir kez daha ıslatıyor zaten ıslak olan elbisemi. Biraz daha burada, bu kaldırımda oturursam kırmak istediğim fanusu zatürre tuzla buz edecek zaten.