27 Kasım 2010 Cumartesi

Antakya ( Yedik-İçtik-Yedik-Gezdik)


Çok uzun zaman sayıkladık Antakya Antakya diye. Yoğun çabalarımız sonucu Kasım 2009 da aldığımız uçak biletleri ile Nisan2010 da muradımıza erdik. Yola niyetlenirken oldukça kalabalıktık aslında ama iki süpriz minik yolcu sebebi ile gezimize katılamayan Öznur , Esra ve sevgili eşleri anlattıklarımızla yetinmek zorunda kaldılar. Bu gezinin en önemli özelliği ise sekiz aylık kızımız Beren ile yapacağımız ilk grup yolculuğumuz olması idi. İlk başlarda hepimiz tedirgin olmamıza rağmen gezi sonunda göstermiş olduğu uyum sonunda ekibe üye olmaya hak kazanmış oldu.

Az ve öz kişi olmamız sayesinde Adana Havaalanından kiraladığımız 2 araba ile yola koyulduk. Önce Seyhan nehri kenarında güzel bir kahvaltı yaptık. Kahvaltı güzeldi de sabahın bu kör vakti hiç müşterisi olmamasına rağmen, gezme aşkı ile yanıp tutuşan bu aceleci gruba oldukça yavaş servis yapan garsonlara gıcık olduk. Sonradan düşününce aslında onlar gayet normal bir servis yapmışlardı anormal olan İstanbul’un telaşını , aceleciliğini alıp buraya getiren bizlerdik.




İlk durağımız İskenderun un Payas ilçesi oldu. Akdenizin kıyısında kalan bu küçük kasabada tarihi kale, medrese, hamam , ve camisini gezerek gezimizin tarih bölümünü tamamlamış olduk. Tarih bilgim ve ilgim oldukça zayıf olduğu için burada gördüklerim hakkında öğrendiklerimi arabaya biner binmez unutuverdiğim için burada detaylardan bahsedemeyeceğim.





Güneşli ve temiz havayı bol bol içimize çektip , tarihi kalıntlar arasında poz verip çeşitli canon ve nikon deklanşörlerine bastıkdan sonra esas hedefimiz olan Antakya’ya doğru ilerlemeye başladık.

Antakya son dönemde turizm açısından oldukça popüler bir yer olmasına rağmen Antakyalılar bu popülerliğin getirdiği bazı kavramlara pek alışamamışlar gibi geldi bize. Gitmeden iki ay önce yer ayırttığımız oteli bir hafta önce arayıp teyit etmek isteyince ‘ aaa abla ben sizi deftere yazmayı unutmuşum, hiç yerimiz kalmadı ‘ cevabıyla kalakaldık. Kendimizi garantiye almak için ısrarla para göndermek istediğimizi söylediğimizde ‘ ne gerek var canım gelince verirsiniz ‘ demişti oysa görevli arkadaş. Biz de vayyy be demek ki anadoluda işler böyle yürüyor, ne güzel iş valla diye pek bir keyiflenmiştik. Son dakika tüm olanaklarımızı seferber edip bir otelde sekiz kişilk yer bulabildik. Buradaki görevli de her ne kadar para göndermeye gerek yok dediyse de bu sefer biz eşeği sağlam kazığa bağlayıp paramızı önceden gönderdik. Otele vardığımızda burada otel olduğuna bin şahit ister denilecek bir manzarayla karşılaştık. Sanayi mahallesinde tamirhanelerin üst katında , otel olduğunu anlamak imkansız bir yerdi burası. Olaya bir döşek bir banyo olsun bize yeter yaklaşımı ile bakınca pek de rahatsız etmedi bizi bu durum. Bavullarmızı bırakıp Antakya sokaklarını keşfe çıktık.

Açlığımız bizi gezimizin ana amacı olan yemek yenilecek bir yere doğru götürdü. Asi nehri yanında Sultan Sofrası yaptığımız araştırmalar sonucunda uğranması gereken önemli bir duraktı. Ancak öğlen yemek yeme olayını hiç düşünmediğimizden yer ayırtmak aklımıza bile gelmemişti. Nitekim Antakya’nın enfes mezelerini tadacağımız bu mekanda yer bulamadık. Elimize aldığımız oruklarla ( bir çeşit içli köfte) nefsimizi körelttik. Ama ne yalan söyleyeyim aklımız diğer mezelerde kaldı.

Her eski şehirde olduğu gibi buranın da bir kapalı çarşısı vardı. Uzun Çarşı denilen buradaki dükkanlar aradında gezinirken küçük kasaplarda hazırlanıp, ekmek fırınlarında pişen ve kasap önündeki küçük masa sandalyelerde yenen tepsi kebaplarını gördük. Ekibin iki erkeği Hüseyin ve Orhun ağızlarının suyu aka aka bu kebapları yemek istediler ancak biz geri kalan yedi bayan bunu yemek konusunda pek niyetli olmadığımız için hayal kırıklığı içinde peşimizden geldiler. Biz kendimizi akşam yiyeceğimiz enfes mezelere hazırlıyorduk karnımızı löp etle falan dolduramayız dedik ve kendimizi yine meşhur bir döner kebapçısında buluverdik.





Sokaklarda dolaşırken yorgunluğumuzu atmak için tarihi Affan Kahvesinde mola verdik. Burada yine yöreye has Haytalı denilen nisasta ve gülsuyu ile yapılan bir yaz tatlısı denedik. Ne yalan söyleyeyim pek benim damak zevkime göre bir tatlı değildi Haytalı. Ama keyifle yiyen arkadaşlar da yok değildi.



Eski Antakya nın dar sokaklarında dolaşırken enfes fotoğraf kareleri yakaladık.








Akşam için Yol Üstü Lezzet duraklarında önerilen Leban da yer ayırtmıştık. Burası eski bir Antakaya evinin restauranta dönüştürlümüş haliydi. Çıktığınız merdivenler sizi farklı farklı solonlardan geçirip terasa ulaştırıyordu. Salonlar arasında bir irtibat yoktu öyleki o akşam salonun birinde sazlı sözlü bir düğün yemeği varken biz terasda ayrı bir telden çalarak nefis Antakya mezelerinin tadına varıyorduk. Humus , kaytaz böreği, kekik salatası (zahter ) en bayılarak yediğimiz mezelerdi. Ancak bahsedildiği kadar keyif alamadık bir bu mekandan. Uzun uzun oturup sohbet etmek isterdik ama olmadı. Mekan bizi ısıtmadı. Belki de çok yüksek bir beklenti ile gittiğimizden olacak yemekden sonra hemen kalktık.




Ertesi sabah erkenden Harbiye Şelalelerine gittik. Şelale diyince benim gözümde canlanan Düden-Kurşunlu ( Antalya ) , Girlevik (Erzincan ) Şelalelerinde olduğu gibi yüksek bir yerden gürül gürül akan su bekliyordum ki yine bir hayal kırklığı yaşadım.Kısa mesafelerden farklı farklı yerlerde parça paça akan sular gördük.Bu su kenarlarını parsellemiş et mangal lokantaları ile burası bir su kenarı mesire yerinden öte yana geçemedi benim için.





Notlarımız arasında Türkiyenin tek Ermeni köyü olarak geçen Vakıflı köyüne doğru gitmek için tekrar araçlarımıza bindik. Burası organik tarımla özellikle narenciye ürünleri üreten küçük bir köy. Köyde yaşlı bir teyzenin bahçesine konuk olduk. Portakal ağaçları arasında soluklandık.



Burada kilise bahçesinde gelen turistlere satılan içli köftenin tadına baktık, ardından bu köyün az ilerisinde başka bir köyde biber salçası ile yapılan katıklı ekmeğin tadına da baktık. Aslında hedefimiz Çevlik Plajında balık yemekdi ama yolda önümüze gelen her şeyin tadına bakacağız diye midemizde balığa yer bırakmadık.



Köyden ayrılıp deniz ve doğa manzaraları ile birlikte Çevlik plajına doğru yol aldık. Burada Tıtus tunellerine doğru uzun bir yürüyüş yapıp Beşikli Mağaraya vardık.Bu tüneller M.Ö300 yılında tamamen insan emeği ile şehri ve limanı sellerden korumak amacı ile yapılmış. Kucağımızda Beren ile taşlı ve dar yollardan ilerlemek epey yorucu olsa da ekibin kalabalık olması avantajını nöbetleşe taşıma yönemi ile yaşayarak kaya mezarlarının olduğu yere varabildik.












Antakya ya döndükten sonra önce uzun çarşıda tel kadayıfın nasıl yapıldığını görüp öğrenip ondan sonra bir künefecide buraya gelişimizin ana amacına erişmenin mutluluğunu tattık. Künefe ustasına bu işin sırrı ne diye sorduğumuzda aldığımız cevap peynirden çalmayacaksın oldu.





Bu sefer akşam yemeği için Sveyka Restaurantta yer ayırtmıştık. Fasıl eşliğinde oldukça güzel bir mekanda yine yedik yine yedik. Fasıla eşlik ettik. Yediğimiz mezelerin , tepsi kebabının tadları damağımızı çatlattı.

Gezimizin son gününü mozaik müzesine ayırdık. Müzeyi gezerken gördüğümüz her eseri acaba bunu kimler hangi sabırla yapmıştır diye aklımızdan geçirmeden edemedik. Antakya dan ayrılırken hepimizin aklında buraya belediye reisi ya da vali olmak vardı. Neden diyecekseniz o kadar çok tarih, kültür , yemek her şey vardı ki bu memlekette tüm dünyaya pazarlanabilecek , bu şehri kalkındırabilecek , ama gördük ki hiç biri yeterince yapılmamış. Bu duruma üzüldük.

Adana ya dönüş yolunda buraya kadar gelmişken İskenderun’u da bir görelim diyip şehre arabayla turlayıp çıktık. Klasik tabela fotoğrafımızı da çekmeyi ihmal etmedik.


Ve tabi Adana ya kadar gelmişken adana kebap yemeden dönersek ayıp olur düşncesiyle kendimizi bir kebapçı da buluverdik. Önümüze gelen metrelik kebabı yerken gerçekten böyle bir lezzeti İstanbul’da hiç tatmadığımız konusunda hemfikirdik.



İtiraf etmeliyim bu gezi sonunda bir hafta mide yanması yaşadım. Yediğim acilar, baharatlar, reflümü azdırmayı başarmıştı. Ama herşeye rağmen gezimiz amacına ulaşıp hepimizin anılarında çok güzel anlar olarak yerini aldı.

Hep yaptığımız üzere bu gezide bundan sonra nereye gideceğiz planı yapmadık. Biraz oluruna bıraktık herşeyi. Su nasıl olsa yolunu bulur dedik. Değişen hayatlarımızda gün olur yolumuz bir yerde yine kesişir yeter ki isteyelim dedik.































17 Kasım 2010 Çarşamba

bir de bakım yoksun

Bazı kitaplar vardır insanı adıyla vurur. Kitap hakkında hiç bir fikrin olmasa da sırf adı yüzünden okumak istersin. Yazarın bu cümleyi neyin ardından kurmuş olduğunu hayal etmek , bu hayalin peşinden gitmek heyecan verir.

İşte bu duygular içinde aldım kitabı. Arka kapağında yazanları okumadan. Kitabın içeriği hakkında hiç bir fikir sahibi olmadan. Bir ay okuma(yama)dan kah komodinin üzerinde durdu , kah çantamda gezdi. Bu zaman aralığında ben de kitapda neler yazdığının hayalini kurdum. Çeşitli senaryolar geliştirdim. Kesinlikle kaybedilmişlikler üzerine kurulmuş öyküler olmalıydı içinde. Öykülerde birilerine söylemek istediği sözcükleri yıllarca içinde saklayan, o sözcüklerin ağırlığını gittikleri her yere omuzlarında taşıyan ve tam da cesaretlerini toplayıp dile dökmek istediği anda başını çevirip de o kişileri karşılarında göremediği anda şaşkınlık, pişmanlık ve geç kalmışlığın verdiği üzüntüyle ‘ bir de baktım yoksun ‘ diyen kahramanlar olmalıydı.

Kitap öyle akıcı ve güzel bir dille yazılmış ki tabiri yerindeyse bir solukta okuyuverdim. Her öykünün altında bir baba-oğul ilişkisinin geç kalmış hesaplaşması , söylenmek istenmiş ama söylenememiş cümleleri vardı.

Beni en çok ekileyen Portobello da belki de hayatının aşkıyla karşılaşan ama o aşkı yaşamak için ertesi günü heyecanla bekleyip babasını ölüm haberini aldığı telefonla ülkesine geri dönmek zorunda kalan adamın yaşadığı geç kalmışlıktı. Bir yanda babasını kaymetmenin verdiği acı diğer yanda bir daha hiç göremeyeceği aşkını itiraf edemeyeceği bir sevgilinin verdiği acı. Hangisi daha kötüydü acaba ? Birinin diğerinden aşağı kalır yanı yoktu.

Son öykü ise insanda derin izler bırakacak kadar etkileyiciydi. Yine kaybedilmiş bir baba ya yazılmış son bir mektupta, o hayatta iken söylenemeyen kelimeler o yokken nasıl da rahat çıkıveriyor insanın kaleminden buna şahit oluyordunuz.

Bu kitabın adını hayatımızdaki hiç kimseye söylememek dileğiyle , okumanızı ve üzerinde düşünmenizi dilerim. Bir De Baktım Yoksun/ Yekta Kopan /Can Yayınları