Temmuz 2010
Bu seyahat fikri ortaya çıktığında ne yalan söyleyeyim oldukça heyecanlandım. Her ne kadar içimde gidebilme umudum olmasa da çok derinlerde bir yerlerde gizliden gizliye gitmeyi çok istedim. Ve bu dört günlük küçük mola 18 aylık yoğun ve bir o kadar da güzel yorgunluğumu üzerimden atmak için bulunmaz bir fırsattı.
Almanya’nın güney sınırında yer alan Black Forest batı yakasında bulunan Freıburg İm Bresque kentine gitmek üzere yola çıktık. İsviçre ,Almanya ve Fransa sınırında bulunan bir kapısından İsviçreye diğerinden da Fransa’ya giriş yapılabilen Bassel deki havaalanının Fransa kapısından çıkarak Almanyaya doğru yola koyulduk.
Freıburg üç ülke üçgeninde yer alan Almanya’nın en sıcak bölgesi olma özelliğinin yanında en eski Üniversitesine de sahip olan , her ne kadar ,Almanya sınırları içinde de olsa Fransa dan sadece 25 km uzakta olmasının da etkisi ile nüfusunun %85 ‘inin Fransızca konuştuğu bir kent.
Kalacağımız Colombi Hotel kentin merkezinde olduğu için bavullarımızı odalarımıza bırakıp akşam yemeği öncesi kentin sokaklarını keşfe çıktık. Zamanımız kısıtlı olduğundan bir saniyesini bile dinlenerek harcamak istemiyorduk. Eve dönünce nasılsa dinlenirdik.
Tarfiğe kapalı sokaklarda gezerken gözümüze ilk çarpan küçük oluklardan akan sular oldu. Öğrendiğimize göre bu sular Kara Ormanlardan (Black Forest) geliyormuş ve kente yazın serinlik veriyormuş. Hemen aklımıza bunu bizim memlekette yapsak kesin içi pislikten geçilmezdi geldi. Oysa burada su o kadar berrak akıyordu ki hava sıcak olsaydı kesin ayaklarımızı sokardık diye düşündük.
Sokaklar bir tiyatro dekorunu andıran rengarenk binalarla doluydu. Tramvay yolunu takip ederek eski şehirlerin olmazasa olmazı saat kulesine doğru yola koyulduk.
Gittiğimiz her Avrupa kentinde karşımıza mutlaka katedral çıkmıştı. Freıburg da da aksi bir durum söz konusu olamazdı ve çok kısa bir yürüyüş sonunda tahminlerimiz de yanılmadığımızı gördük. Sadece katedrali görüntülemek yerine bu sefer katedralin görkemli kapısını kendimize fon yapmayı tercih ettik.
Akşam yemeği için otelde bize özel bir odacıkda yer ayırtılmış. Otelin Michelin Yıldızı sahibi aşçısı tarafından bize özel bir menü hazırlanmış. Ne yalan söyleyeyim Michelin Yıldızı ne anlama geliyor bilmiyordum ve ilk kez o akşam duydum. En kısa manada bu demek oluyordu ki o akşam bizi çok lezzetli tatlar bekliyordu.
Benim gibi bilmeyenler vadır diye burada bahsetmek isterim . Dünyadaki en eyi restoranları yıldızlarla ödüllendiren bir rehber Michelin Rehberi . Michelin lastikleri tarafından 1900 lü yıllarda kamyon ve tır şöförlerine yolda konaklayacakları otel,restoran , pub, benzin istasyonu vs. kolayca bulabilmeleri için piayasaya sürülmüş .Ancak zamanla sacede şöförler için bir rehber olmaktan çıkmış ve dünyanın en iyi restoran ve otellerini yıldızla ödüllenden bir rehbere dönüşmüş. Yıldızlar 1,2 ve 3 olmak üzere veriliyor . En iyi kategori tabi ki 3 yıldız almak. Yıldız bir seneliğine veriliyor ve her sene gizli yapılan denetimlerle geri alınabiliyor. Yıldızların lokantaya ve şefine öyle bir ün, tanınmışlık, müşteri kazancı sağlıyor ki kimse kazandığı bu yıldızları kaybetmek istemiyor.(kaynak: Arman Kırım)
Gellelim otelimizin yıldızlı aşçısının bizim için seçtiği menüye. Başlangıç olarak önümüze gelen küçük ve enteresan atıştırmalıklar , damağımızda oldukça keyifli tadlar bıraktı. Özellikle sadace 2 tatlı kaşığı olarak sunulan minik çorbadaki krema kıvamı bahsedilmeye değerdi.
Ana yemek olarak önümüze sunulan tabakta ise mücver görünümlü bir tavuk ve yine çok kıvamlı bir krema ile pişirilmiş spagetti vardı.Tabaktadaki sunumu ayrı güzel her iki yemeğin tadı ise gerçekten muhteşemdi. Bu yıldızın kerametini ana yemeği yedikten sonra ziyadesi ile anladım. Şef geçekten de haketmiş bu ödülü.
Gelelim tatlı merasimine . Avrupa da yediğim tatlılar benim damak tadıma malesef uygun tadlar değil. Ben geleneksel hamurlu tatlıları baklava şekerpare gibi ve sütlü tatlıları yiyince tatlı yemiş sayıyorum kendimi. Avrupalı ise pastayı sana tatlı diye yutturuyor. Nitekim o akşamda sofraya çikolatalı minik tatlıcıklar ve acıbademli dondurma eşliğinde kremamsı bir tatlı geldi. Her ne kadar tatlı yedim saymasam da kendimi lezzetleri ile bu sayfada yer almayı hakettiler diye düşündüm.
Ertesi gün sabah erkenden Black Forestda Hornberg kasabasında bulunan fabrikayı görmek için yola koyulduk. Bir saatlik yol boyunca bizi eşsiz bir doğa manzarası takip etti.
Yükseklere çıktıkça bulutların arasında kalan ağaçlar korku filmlerinden bir karedeymişiz hissi uyandırdı bize.
Fabrikaya vardığımızda bizi dünyanın en büyük klozeti karşıladı. Rekorlar kitabına girmek için başvurulmuş ama kullanılabilir bir klozet olmadığı için başvurusu değerlendirilmemiş olduğunu öğrenince biraz tebessüm ettik.
Akşam tekrar Freıburg'a döndüğümüzde bu sefer şehri tepeden gören bir restauranta gittik. İnsan bir önceki akşam Michelin Yıldızlı bir şefin yemeklerini yiyince beklentisi yüksek oluyor. Nitekim biz de bu beklenti ile oturduk sofraya ancak doğruya doğru çorba dışında menü de pek de öyle kayda değer bir lezzet yoktu. Aşağıdaki görüntüden de bunu anlamak zor olmasa gerek.
Tatlı olarak gelen Fransızların meşhur Crem Bruleesini yine ilk defa orada tattım. Enteresan bir tat olmakla beraber yine tercih sıralamamda ön sıra olan bir tatlı olmayacaktır.
Ertesi gün Freıburg da geçireceğimiz son gündü. Biz yemeyip içmeyip uyumayıp önceki ki iki günde kentin altını üstüne getirdiğimiz için gezecek bir yer kalmamıştı. Biz de buraya kadar gelmişken Fransa ya da bir uzanalım diyerek Strasbourg'a doğru yola çıktık. Gördüklerimizden sonra şimdi düşünüyorum da iyi ki de gitmişiz bu güzel kente diyorum. Bence burası gerçekten gördüğüm en romantik kentti diye düşünüyorum. Herkes Paris'in romantikliğinden bahseder ama ben orayı görmediğim için benim için şimdilik Strasbourg romantizmin tek adresi diyorum.
Önce mini tramvay ile küçük bir şehir turu yapıyoruz. Şehrin ortasından geçen bir nehir ve bunun etrafına sıralanmış çok güzel eski binalar var. Görkemli ağaçlar ve rengarenk çiçekler ise bu görselliği tamamlamak için figüran rolü oynuyor.
Her ne kadar katedrallerin büyüklüğü, soğuk taş kaplamaları genelde beni ürkütse de yine de bu görkemli yapılar her zaman dikkatimi çekmiştir.
Gutenberg Meydanındaki atlı karınca insana çocuk olma özlemini hatırlatıyor.
La Petite France denilen bölgeye gelince gördüğüm güzellikler karşısında resmen dilim tutuluyor. Sanki bir masal dünyasındayım da birazdan Hansel ve Gratel köşeyi dönüp karşıma çıkıverecekmiş gibi oluyorum.
Burada müsadenizle masalın içine dalıp kendimi başrole koyuyorum........
Bu güzel yerde tabiki çok güzel bir Fransız restoranında yemek yemeden dönmek olmaz diye düşünerek gözümüze çarpan eski bir binaya giriyoruz. Maison Des Tenneurs yerin adı. Oldukça klas bir yer .
Menü önümüze geliyor ama anlamak ne mümkün her şey Fransızca . İngilizce bilen biri yok mu diye sorunca Şef garson soluğu yanımzda alıyor . Şefi görür göremez bir korku alıyor bizi çünkü filmlerdeki 'soğuk katil ingiliz uşak' tiplemesinin aynısı kendileri.
Ve o dakikadan sonra adı katil uşak kalıyor Richard 'ın. Bizim Türk olduğumuzu öğrenince epey ilgileniyor bizimle sonradan öğrenyoruz ki vaktiyle İzmirli bir bayanla bir birliktelik yaşamış ve onu hiç unutmamış .
Ve bize yiyebileceğimiz. çok güzel yemekler öneriyor. Beyhan soğan çorbası ve salatayı tercih ederken ben de beyaz şaraplı kremalı mantarlı enfes bir tavuk yemeği ve ev makarnasında karar kılıyorum. Ve bir kez daha anlıyorum ki bu Fransızlar gerçekten kremanın kıvamını süper tutturuyorlar. Bu da yemeğe gerçekten tarifsiz bir lezzet veriyor.
Ana yemeğe geçmeden önce Richard'ın bize bir kısa çorba ikramı oluyor. Bundan üç dört sene önce Beyoğlunda bri yerde Öznur,Arzu ve ben toplu doğum gün kutlamaya gittiğimizde karşımıza çıkmıştı bu kısa çorba. Arzu'ya epey laf etmiştik 'nereden buldun bu kısa çorba yerini, dişimizin kovuğuna bile gitmedi ' diye. Şimdi kendisine teşekkür etmeyi bir borç biliyorum bize kısa çorbayı öğrettiği için aksi halde önümüze gelen bu ikarma tuhaf tuhaf bakmak durumunda kalacaktık.
Yalnız şunu belirtmeden yine geçemeyeceğim, çorbanın tadı damağımızda kaldı. Koca bir kase olsa sadece çorba içmeye bile razı olurduk.
Restoranın balkonundan görülen manzara için söyleyecek pek bir söz yok sanırım. Yolunuz düşerse uğramanızı şiddetle tavsiye ederim.
Sokaklarda gezerken dükkanlarda satılan leylek oyuncaklar, leylekli kartpostallar dikkatimizi çekiyor. Bu leylek olayı nedir diye sorunca bizi kentin diğer ucunda yer alan Parc de L'orangerie parkına yönlendiriyorlar. Uzun bir kent yürüyüşü sonrasında parka varınca buna değdiği kanaatin varıyoruz.
Yol boyunca gördüğümüz güzellikleri ise kelimelerle anlatmaya gerek olmadığını düşünüyorum.
Veeee işte o anda bize nelere mal olduğunu bilmediğimiz leylekler. Onları bol bol havada uçarken gördük ve bu sene leylekler gibi gezmeyi diledik.. O kadar içten dilemişiz ki ve o kadar temiz kalpliymişiz ki dileğimiz daha biz evimize dönemeden gerçek oluverdi
Gezimizin bu son gününde İzlanda'da patlayan bir volkan sayesinde tüm Avrupadaki hava sahası kapanınca buralarda mahsur kalıverdik. Tabi burada mahsur kelimesini kullanmak ne kadar doğru olur tartışmaya açıktır.
Tabi bütün bunlardan O sokak senin bu sokak benim gezdiğimiz Strasbourg da , tabanlarımıza kara sular inip de trene bindiğimiz ana kadar habermiz yoktu. Çok değişik bir duyguydu yaşadıklarımız.. Gitmek isteyip de gidememek, ne zaman gidebileceğini bilememek, ve evde seni bekleyen sadece 4 günlüğüne bıraktığını bildiğin ama kaç gün ayrı kalacağını bilemediğin bir bebeğinin olmasını bilmek gerçekten içinden çıkılabilesi bir durum değildi. Öte yandan aç değildik açıkta değildik, havaalanına kadar gidip orada yersiz yurtsuz kalmış değildik. Otelde oturup halimize ağlamak yerine bir harita edindik ve gidebileceğimiz yakın yerleri işaretlemeye başladık. Bizim yerimize evimize dönebilmemiz için çabalayan insanlar nasılsa vardı ve otelde oturup dertlenmeye hiç de niyrtimiz yoktu.
Sabah kalkıp da o gün kesin uçak olmadığını öğrenir öğrenmez soluğu tren istasyonunda aldık. Ve Baden Baden'e giden ilk trene atladık.
Şehrin ortasında kocaman bir park vardı. Bizde şehrin içindeki yeşillik kavramı üç beş ağaçtan oluşurken burada ise nehrin etrafına serpiştirilen ağaçlar şehrin otasındaki bir ormandan farksızdı.
Burası gördüğümüz kadarı ile genelde zenginlerin ve yaşca olgun insanların tercih ettiği sakin ve bir o kadar da kalabalık bir tatil beldesi gibiydi. Şehrin göbeğinde kocaman bir casino su olması bize bunu kanıtlıyordu.
Dönüş yolunda her zaman dakiklikleri ile övünülen trenlerin 1,5 saatlik rötarı ile karşılaşınca acaba sorun bizde mi diye düşünmekten kendimizi alamadık.
Ertesi sabah o gün de uçamayacağımızı öğrenince nereye gidelim diye lobide düşünürken resepsiyon görevlisinin tavsiyesi ile Black Forest ta yer alan bir tatil kasabası olan Tittisie ye gitmeye karar verdik.
Önce küçük tur treni ile ormanda mini bir gezinti yaptık, yeşile ve doğaya doyduk.
Bu küçük kasaba tam da pazar gezmesi yapılacak şirin bir yerdi. Döndüğümüzde resepsiyon görevlisine teşekkür etmeyi ihmal etmedik.
Evleri ,sokakları ve gölü ile tam da huzur kasabasıydı. Kara ormanların en meşhur şeyi ise guguklu saatleri imiş, küçüğünden büyüğüne envayi çeşit saati görmek mümkün oldu.
Pazartesi günü hala dönüş yapacağımız Basel havaalanını açılmadığını öğrenince daha fazla burada kalmamızın bir anlamı olmayacak düşüncesi ile karayolu ile hava sahası açık olan 994 km uzaklıktaki Roma'ya gitmeye karar verdik. İsviçreyi kuzeyden güneye geçip Milano,Bologna,Floransa ve Roma istikameti ile yola çıktık.
Akşam beşte yola çıkamadan önce otelin karşısındaki çimenlikte biraz keyif yapalım düşüncesi ile yere serildik .Gördüklerimizi hep fotoğraflayacak değiliz ya bu sefer de karalayalım dedik. Tabi ki resim yapma konusunda oldukça yeteneksiz olan bendeniz konuyu uzmanına bırakmayı tercih etti ve çıkan sonucu görünce de buna pişman olmadı..
İsviçre'iyi geçerken hava aydınlık olduğu için Heidi nin dedesinin dağlarını göllerini görme imkanımız oldu. Anladık ki doğa İsviçreye oldukça cömert davranmıştı. gördüğümüz manzaralar muhteşemdi.
Sabah Roma havaalanına vardığımızda saat yediydi. Uçağımız ancak saat üçte kalkabildi. Yorgunluktan bitmiş bir halde koltuğa yaslandığımızda düşündük ki biz bu geziden çok şey öğrendik.
1) Gezmek tozmak iyiydi de her şey kararında güzelmiş.
2) Dört gün diye yola çıkmıştık ama yedi günde eve dönebildik .Neye niyet neye kısmet.
3) Avrupa çok küçükmüş , yedi günde dört ülke gördük.Bir yedi günümüz daha olsaydı Avrupa kıtası bitmişti.
4) Tedbiri elden bırakmamak lazımmış,kalacağın gün sayısından fazla kıyafet almak gerekmiş yoksa gereksiz alışveriş yapmak zorunda kalınıyormuş.
5) Sanırım kocamın beni bir daha yalnız başıma bir yere göndermesi için hafızasından bu yedi günü silmek gerekecek.
1 yorum:
ilk fotodaki yol kenarindaki kanaldaki suya ayagini soktugun taktirde freiburg tan biriyle evlenecegin anlamına gelirmis..
iyiki ayagimizi filna sokmaya kalkmadik yasmin :)
Yorum Gönder