24 Ağustos 2010 Salı

Dillerin ve Dinlerin Şehri Mardin

31/Mart/2007

Bir hayalden yola çıktık gördük ki hayal etmek kadar gerçekleştirmek de çok keyifliymiş. Giderken yüzümüzdeki heyecanlı gülümsemeler dönerken bir daha ki sefere nereye gidiyoruz çığlıklarına dönüştü. Mardin’e gidiyorduk

Diyarbakır havaalanına indiğimizde bir buçuk saat önce İstanbul da olduğumuzu unutmuştuk bile. Diyarbakır kalesine çıktığımızda ‘Mardin Kapı şen olaaa, dibi değirmen olaaaa’ nın bir Mardin türküsü değil de Diyarbakır türküsü olduğunu öğrendik. Mardin Kapı kalenin dört kapısından birinin adıydı ve dibinde de gerçekten bir değirmen vardı. Diğer kapıların adları ise Yeni Kapı, Dağ Kapı ve Urfa Kapıydı.

Batman’a doğru yola çıktığımızda pencereden gördüğümüz manzarayı ise biz bilgisayar insanlarının en çok gördüğü Windows ekranına benzetmemiz gayet normaldi.

Batman da ki benzin istasyonunda güneşin altında içtiğimiz çayın tadı damağımızda kaldı.



Hasankeyf ‘e doğru yol alırken sol tarafımızda dağlardaki mağaralar sağ tarafımızda ise Mezopotamya’nın can damarları’ndan biri, Fırat’ın yâri Dicle’nin çamurlu suyu bize eşlik ediyordu, ta ki Hasankeyf’e varıp da o büyülü manzarayla karlılaşıncaya kadar.

Köprünün hemen başında çocuklar karşıladı bizi. Hepsi gönüllü birer rehber olarak başladılar Artukluların burada nasıl yaşadığını anlatmaya.


Kaleye çıktığımızda ise aşağıda gördüğümüz manzaranın bir kat daha fazlası karşılaştık. İnsanların yakın bir zamana kadar yaşadığı mağaralar, yağmur yağdığı zaman toprağın arasından gün yüzüne çıkan eski paralar, yıkık dökük mezarlar vardı.


Öğle yemeğinde yediğimiz etin tadı çok hoş olmasa da, yanında tasın içinden içtiğimiz buz gibi ayran keyifimize keyif kattı.


Midyat’da ilk gezdiğimiz evde fotoğraf çekmenin suyunu çıkardık. Deklanşöre basan basana, fotoğraf çekenlerle, fotoğrafı çekilenler, hepsi birbirine karıştı.

Sokaklarda peşimizden gelen çocukların yüzünde hep bir gülümseme vardı. Süngerden kendisine bebek yapan küçük kızın ise gülümseyen dudaklarının arasından küçük bir hüzün süzülüyordu.


Mardin de yıldızlı bir gece karşıladı bizi. Dağın yamacına yaslanmış evlerin ışıkları gökyüzündeki yıldızlarla yarışıyordu adeta.

Akşam yemeği için iki hafta öncesinden yer ayırtıp neler yiyeceğimize karar verdiğimiz Murat Cercis Konağı’na gittiğimizde, Babil salonunda bizim için hazırlanan masanın etrafına dizildik. Bütün mezelerin ve yemeklerin tadına bakmak için sabırsızlanıyorduk. Yenilen en enteresan yemek Alluciye (ekşili erik yahnisi) idi.

Yemeğin üzerine içtiğimiz zencefilli limonata gecenin en güzel anıydı.

O gece bütün günün yorgunluğuna rağmen mezelerin, rakının, muhabbetin, keyfine vardık. Gecenin sonunda yemek yemekten patlamak üzere olanlar, gülmekten gözleri yaşaranlar, keman eşliğinde şarkı söyleyenler herkes ne iyi ettik de geldik diyordu.

Sabah uyanıp da otel odamızın penceresinden dışarı baktığımızda masmavi bir göğün altında sıra sıra inci gibi dizilmiş Mardin evleri ile karşılaştık. Herkes sanki bir gün öncesinin yorgunluğundan eser kalmamış gibi erkenden kalkmıştı, bir an önce o sokakları arşınlanmak için sabırsızlanıyorduk.


Dağın tam karşısında ise yemyeşil bir okyanusu andıran Mezopotamya ayaklarımızın altına serilmişti sanki.

İlk durağımız Deyrulzafaran Manastırı oldu. Manastırda eğitim gören bir öğrenci bize manastırı gezdirirken aynı zamanda da tarihini anlattı. Bazı meraklı arkadaşlarımızın ahiret sorularını bile hiç üşenmeden yanıtlayarak ne kadar da sabırlı biri olduğunu gösterdi.



Mardin’in daracık sokaklarına girdiğimizde büyülü bir yerde olduğumuzun farkına varmıştık. Sokaklar o kadar dardı ki çöpler eşeklerle toplanıyordu. Evler tamamen sağlı dolu, önlü arkalı, aşağılı yukarı bitişik nizamdı. Bir evin ön kapısından girip arka kapısından çıktığımızda iki üst sokağa çıkabiliyorduk.

Bir evin avlusunun altından geçerek bir üst sokağa geçebiliyorduk. Altından geçtiğimiz tünellere ‘abbara’ deniliyordu.

Zinciriye Medresesi’nin en önemli özelliği yapının tamamen simetrik öğelerden oluşmasıydı. Bizi en çok etkileyen ise şüphesiz ki eyvan felsefesini anlatan havuzdu. Duvardan akan su doğumu, önündeki küçük havuz çocukluğu, biraz daha uzun diğer havuz gençliği bir sonraki yaşlılığı, daha dar olan kabir hayatını en büyük havuz ise mahşeri temsil ediyordu. Suyun aktığı fark edilemiyor tıpkı hayatın akıp gittiğini fark edemediğimiz gibi. Mahşerin sonunda ise su mezopotamyaya akıyor yani sonsuzluğa.

Kırklar kilisesi adı 3. yüzyılın ortalarında Kapadokya’da Hıristiyanlığı kabul eden 40 kişinin Roma İmparatoru Dokiyos tarafından Sivas’a taşınıp bir buz göletine atılıp katledilmesinden geliyormuş. Burada ev yapımı Süryani şarabı ikram ettiler, şarabı tadanlar oldukça hafif olduğuna karar verip birer şişe de satın aldılar.


Her şehrin bir Ulu Camisi vardır teorimizi burada da ispatlamış olduk. Ulu caminin minaresi Süryani taş ustaları tarafından kaneviçe işler gibi işlenmişti.


Öğle yemeği için Kebapçı Rıdo’nun yolunu tuttuk. Her ne kadar rehberimizin defalarca Mardin’e tur düzenlemiş olmasına rağmen Rıdo Kebap’tan bihaber olması ise son derece düşündürücüydü. Biz ise İstanbul’dan namını duyarak Rıdo dayının dükkânına gitmek de ısrar etmek de ne kadar haklı olduğumuz kebaplarını yedikten sonra anladık.


Son durağımız olan Kasımiye Medresesinde kendi yaptıklar incik boncukları satan kız çocukları uğurladı bizleri. Arzu nun iki sene önce geldiğinde fotoğrafları çektiği çocuklar büyümüş olarak karşıladılar bizi. Tekrar fotoğraflarını çektik onların kim bilir belki yine yolumuz düşer oralara ve yine veririz fotoğraflarını.


Üç yolun kesiştiği bu noktada biz kesişen yol arkadaşları olarak yeni kavşaklarda daha nice fotoğraflar çektirmek dileğiyle

Hiç yorum yok: