8 Eylül 2011 Perşembe

BEN LONGOZ GÖRDÜM: ACARLAR LONGOZU

    Babam bana küçükken hep derdi '  kızım ne kadar zayıf coğrafya bilgin var, daha şehirlerin nerede olduğunu bile bilmiyorsun. ' Zamanla şehirlerin yerlerini az çok öğrendim. Babam sorarsa diye elimde bir yol haritası gittiğim yerlerin kimlerle komşu olduğunu, kim kimin ilçesi vs. az çok biliyorum artık. Ama itiraf etmeliyim ki bu coğrafi kelimeyi ilk kez duydum ve ne olduğu konusunda en ufak bir fikrim bile yoktu. Aslında kulağıma  bir balık ismiymiş gibi geldi.Ya da  yeni icat olmuş bir toplu taşıma aracı.  Sonra Cem Yılmaz misali  her yeni öğrendiğim her  kelime de yaptığım gibi cümle içinde kullanasım geldi.Ben Longoz gördüm.  Ben Longoz yedim. Ben Longoza bindim.
    Artık eskisi gibi koca koca meydan larousse  karıştırmaya gerek yok bilmediğiniz bir şey öğremek için google sağ olsun , kelimeyi yazıyorsunuz anında bilgi önünüze sıra sıra düşüyor. Tabi ki ben de öyle yaptım ve Longozun kelime anlamının ' subasar ormanı 'olduğunu , gitmeyi planladığımız Acarlar  Longozunun da dünyadaki 2. büyük longoz olduğunu bir çırpıda öğreniverdim. Google ın her an her yerde olduğunu düşünürsek burada daha detay anlatmaya gerek olmadığını  düşünüyorum.
    Dünyanın 2. büyük longozu sen gel burnumuzun dibinde benim 7 yıldır , kocamın 30 yıldır gittiği Kefkenin 50 km uzağında ol ve bizim bundan  yeni haberimiz olsun , bu kabul edilebilir bir durum değildi ve biz bayramın 3. günü bütün ev ahalsini onlar için sabahın kör vakti sayılabilecek 9:30 da uyandırarak  longoz'a kahvaltı yapmaya gittik. Neyle karşılacağımızı pek bilmemekle beraber nasılsa çay buluruz maksadıyla simitlerimizi, peynir çeşitlerimizi, ev yapımı reçellerimizi alarak yola çıktık. Longoza vardığımızda kahvaltı, et mangal, pide çeşitleri vs . her şeyin ve hiç birşeyin olmadığı bir tesisde evden getirdiğimiz nevalemiz ile birikte çaylarımızı içip sonrasında longoz kenarında 10 dakikalık yürüyüşümüz yaptıkdan sonra bunun bizi kesmediğini ve longozu daha yakından görme maksadıyla deniz bisikleti ile suya daldık.
   Deniz bisikletimiz  çamurlu , nilüfer yaprakları ile dolu suda ilerlerken, envayi çeşit bitki, kuş, yılan, börtü böcek   vs . görme imkanımız oldu. Bir an için kendimi Afrikada , timsahlarla dolu bir nehirde nehir safarisi ( böyle bir kavram var mı bilmiyorum yoksa ben mi uydurdum)  yaparken hayal ettim. Birazdan bir timsah gelecek ve kocaman ağzını açıp deniz bisikletine çarpıp bizi devirecek, ve ben o çamurlu bataklık suya duşup ayaklarıma dolanan nilüfer çiçekleri ile çırpınıp gömüldüğümü düşününce içimi korku kaplayarak daha  fazla gitmeden lütfen dönelim mızmızlanmalarına başladım.

   Nitekim bir saatlik bataklık turumuz boyunca sevgili çılgın gezgin  arkadaşım arsu nun şimdi burada olsa paçalarını sıyırarak nehre girip macera arayacağını benim  de kıyıdan kontrol manyağı bir anne misali  '  aman arsu dikkat et batmadan geri gel diye bağırdığımı 'hayal edip durdum.
   Ben de longoz görmeliyim diye yanıp tutuşanlar varsa İstanbul'a 3 saatlik uzaklıkta olan bana ayaküstü hayal kurduran  bu doğa harikasına gidip mutlaka görmeliler.

19 Ağustos 2011 Cuma

ADRİYATİKDE BİR İNCİ : DUBROVNİK

Dubrovnik’e gitme fikri yaklaşık üç sene önce aklımıza düştü. Tatil arkadaşım ile beni oraya çeken ise şüphesiz ki internette dolaşan enfes dalmaçya kıyıları ve ortaçağdan kalma eski şehrin fotoğrafları oldu. Hem doğa hem tarih , hem deniz hem güneş hepsi bir aradaydı. Yani hedef bir taşla bir kaç kuş vurmaktı. Ancak bu sefer tatil arkadaşım ve ben yanımızda bonus olarak 2 yaşındaki sevgili kızımızı ve ekstra bonus olarak da anneanesi ve dedesini de beraber götürdürk.
Adettendir, gidip gördüğümüz yerleri mutlaka bir yerlere benzetir,bir yerler ile kıyaslarız. Dubrownik de yarım adası ile Kaş’a , denizi ile Marmaris’e benziyor, eski şehiri ile bildiğimiz hiç bir yere benzemiyordu.
 

Memlekette sanayi yokmuş, dolayısı ile kıyılar mavi bayraklı plajlarla doluydu. Zaten memleket tamamen dağlık bir kıyı şeridi ile oluştuğundan , tarıma ugun arazileri de yokmuş. ‘91 yılında Yugoslavya dağılırken çıkan iç savaş sırasında Sırplar eski şehiri epey bombalamışlar, ama sonrasında UNESCO nun çabalarıyla eski haline getirmeyi başararak ülkelerini turizme gayet güzel bir şekilde sunmayı başarmışlar. Savaş dan çıkmış bir millet olmakla beraber, tüm gelirlerini neredeyse turizm ile sağlıyorlarmış.
Ortaçağdan kalma eski şehir gerçekten insanı bu dünyadan alıp o zamanlara götürmeyi başarıyor. Daracık sokaklarında dolaşırken ister istemez buralarda kimler nasıl yaşıyordu diye düşünmeden kendinizi alamıyorsunuz.
   
Eski şehir tamamen surlar ile çevrili. Yaklaşık 2 km uzunlupundaki surları 10 euro karşılığında yürüyerek gezebiliyorsunuz. Tepeden görülecek manzara için değer bir para diye düşünüyorum. Karar sizin…
 
 Şehrin içinde hala yaşayanlar var, apartments denilen yerler gördük sanırım bunlar pansiyon olarak kiralanan yerlerdir diye tahmin yürüttük.
Binaların çoğu ise cafe, bar , restaurant olarak kullanlıyor. Sokaklarda ki masalar, keyifli vakit geçirmek isteyenler için biçilmiş kaftan. Buralarda oturup saatlerce sohbet edebilirsiniz. Çünkü tatilde vakit o kadar yavaş ve keyifli geçiyor ki, inanın İstanbul’un karmaşaına ve hızına dönmek istemeyceksiniz.
  

N e yediniz diye soracak olursanız, klasik avrupa yemeği olarak pizza ve makarna diyebilriz. Bu İtalyanlara hayran olmamak elde değil. Adamlar tüm avrupada yenebilcek iki tane yiyecek üretmişler , nereye giderseniz gidin ( asya yı buna katmıyorum ) pizza ve makarna varsa aç kalmıyorsunuz. Çünkü diğer yiyeceklerini hakikaten tatmaya korkuyorsunuz. Nitekim ilk gün bir balık çorbası ve kalamar yedik , nerede bizim terbiyeli balık çorbamız, taratorlu kalamarımız dedik. Ve bildiğimizde şaşmayıp makarna ve pizza ile günlerimizi tamamladık.
Tabi ki şehrin en iyi makarnacısı ve pizzacısını bulmamızda tatil arkadaşımın engin araştırma ve soruştırmaları sonucu olduğunu da es geçmemek gerekli diye buraya not düşüyorum.
 .


    Dubrownik sadece eski şehir değil ama bir her gün mutlaka yemek yemek için de olsa buraya geldik. Otelimiz Lacrome Babin Kuk yarım adasında olmasına rağmen ulaşım otobüsle gayet kolaydı. Gidecek olanlara tavsiye edeceğimiz kadar güzel ve konforlu bir oteldi.


  Hırvatistan konumu itibariyle Karadağ ve Bosna Hersek arasında sıkışıp kalmış bir coğrafya. Oralara kadar gidip de bu iki ülkeyi de görmeden dönmeyelim dedik ve yurt dışında genelde katılamamayı tercih ettiğimiz  ekstra tur denilen olaya dahil olarak Mostara gitme gafletinde bulunduk. Aslında normal şartlarda 2-2,5 saat sürecek bir otobüs yolculuğu turist gezdiyoruz bahanesiyle garip yerlerde durarak saat 15:30  da vardığımız Mostar da köprüye  bir ceeee dedik ve döndük. Otobüs tepesinde 35 derece sıcaklıkta , kucağımızda canı sıkılan  bir küçük bir vatandaş ile çekilesi bir yol olmadı bizim için.
 

Buraları gezerken çok değil bir kaç yıl önce korkunç  bir savaş içinde olan bu toplumun nasıl ayakta kaldığını , nasıl hala bir arada yaşadıklarını anlamak gerçekten çok zor geldi bana. Şehirde savaşın izleri sanki hiç unutulmasın diye bırakılmış anıtlar gibi yükselmekte. 

   Tabi Mostar gezisinin bu yorgunluğu bizi Karadağa gitmeme konusunda ikna etmeyi başarmış oldu ve biz de Dubrownik in klasik üç adalar gezisine katılmayı tercih ettik. Bu sefer ağzımızın payını aldık diye ekstra tura katılmayıp kendimiz bir tur ayarladık. Turu satan kız elinde çok güzel kocaman  bir tekne fotoğrafı üzerinden nereleri gezeceğimizi , neler yenilip sınırsız neler içileceğini bize anlatıp durdu.  Biz sabah limanda  tam techizatlı cevat kelle modunda , bebek arabamız, çantalarımız beklerken bir tekne gelip önümüzde durdu. Resimde görülen tekne ile alakası olmayan  küçük bir  tekneye , nereye gideceğimizi bilmez halde balık istifi modunda kendimizi  binmiş bulduk. Bizi tekneye bindiren adam , açıkda daha büyük tekneye geçeceksiniz diyerek bir nevi açıklamada bulundu. Avrupaya gitmek için kandırılmış , asyalı mülteciler  modunda açık denize doğru ilerledik. Biz gittik ama açıkda görünürde tekne falan yoktu. Lakin ilk adaya varınca kaptan bizi indirdi, bir saat sonra burada olun başka tekne sizi almaya gelecek deyip basıp gitti. Sanırım bir şakanın ve adanın  tam ortasında kaldık diye kendimizi serin mavi sulara atıverdik.

Kaptanın söylediği saatte başka bir tekne geldi ve bizi alıp diğer adalara götürdü, bu arada yemeğimizi ve sınırsız içeceğimizi de alarak rahatladık. Sınırsız içecek olma sebebini yanda gördüğünüz yerel  coladan çok rahatlıkla anlayabildik. Sınırsız şarapların nasıl bir şekilde sunulduğunu anlatmama bu durumda hiç gerek kalmadığını düşünerek adalar gezimizin biraz maceralı  heyecanlı olması yanında çok güzel ve keyifli geçtiğini söyleyerek noktayı koyabileceğimi düşünüyorum.

Bu arada  2 yaşındaki kızımızla yurtdışında olmanın  çok ayrı bir keyfi, tatlı bir eziyeti, ve unutulmaz anları vardı. Elimizde köfteli çatalla eski şehrin sokaklarında koşturan, pizza dilimiyle meydanda güvercin kovalayan ,  bebek arabasını almaya üşendiğimiz için uyuyakalan vatandaşı kucakta taşımak zorunda kalan, meydandaki çesmede su oyunları oynayan   bir anne ve baba olarak hiç pişman olmadık. Eylemlerimiz artarak bu yönde devam  edecektir, ilgilnenenlere duyurulur.






18 Ağustos 2011 Perşembe

Ruhuma İyi Gelen Film:Neredesin Firuze




Bazı filmler vardır ara sıra ele alınıp bir kaç sayfa cevrilip göz atılan başucu kitapları gibidir. Bir yarım saat izlemek sana yeter, ya da belli aralıklarla bastan sona aynı zevkle sanki yeni izliyormuş gibi heyecanla izlersin.
Neredesin Firuze de benim icin iste böyle bir film. Her sahnesine gulebildigim, gulerken ayni zmanda huzunlenebildigim , şarkılarına ezbere eşlik edebildiğim , rengarenk takim elbiselerine bayildigim, bir karikaturden firlama karakterterlerine hayran oldugum bir film olduğu icin belki de seviyorum.Belki sinema camiasında hakettiği degeri bulamamış olabilir , belki abartılı anlatimi ve yorumuyla antipatik de bulunmuş olabilir ama sıcaklığı ve samimiyeti ile benim kalbimdeki yeri sabittir.
Ne zaman kendimi kapana kisilmis ,çaresiz hissettsem bu filmi izlerim ben. Oradaki insanların küçük umutları, kalıplarından tasan büyük hayalleri ilham verir bana toplarım kendimi. Hiç izlemeyen varsa önyargılarını bir kenara bırakıp bir izlesin derim ben. Bana iyi geldigi gibi emin olun size de iyi gelecektir. Denemesi bedava......

14 Ağustos 2011 Pazar

Mühendisten Ev Kadını Olursa




Bir pazar sabahı erken uyanan bendenizin koridorda durup nereden başlamalı diye düşündüğüm an...Evin ortasına bir bomba düşmüş sanki....Bu nasıl ne zaman hangi arada oldu bilemiyorum. Her yer her yerde...önce analiz etmek lazım.nereden başlasam ne kadar zamanda isin icinden çıkabilirim. Bir sistem ve düzende gidersem sonuca en kestirme yoldan ulaşıp basarımın üzerine oturup keyif catabilirim değil mı?Mutfakta toplanması gereken bulaşıklar,anterde buzdolabına girmesi gereken pazar arabasından çıkmış sebze ve meyveler,oturma odasında toplanması gereken oyuncaklar,balkonda toplanması gereken çamaşırlar,banyoda makineye atılması gereken cisli kakalı kıyafetler,berenin odasında toplanması gereken kıyafetler,bizim odamızda toplanması gereken kıyafetler....bütün bunların ortak noktası ne? Toplanma kelimesi.kelimenin zıttı ne dağıtma kelimesi. Demek ki dağıtma olayına çözüm bulursam,toplanma olayını da otomatikman çözmüş olacağım. Çünkü ne kadar toplarsam toplayayım yine dağılacak.Çemberin bir noktası toplamak diğer noktası dağılmak.dönüp dolaşıp gelecegi aynı nokta.o zaman dağıtma faktörlerini ortadan kaldırıp (ki bunun bas harfi beren olunca çok kolay olmayacaktır) buna da olumlu acıdan bakarsak, sorunu çözmüş olacağız.
Nasıl? Süper değil mı? Mühendislik egitiminin verdigi analitik düşünme olayının bir ev kadını profilime katkı sağlayacağını okul yıllarımda düşünsem aklıma gelmezdi.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Bir Alman Sisteminde İtalyan Mutfağı: VAPIANO

    Bir mekana ilk defa gitmek demek orası ile ilgili her türlü riski almak demektir. Gitmenden önce eş dost çevreden  kulak doldurucu bir şeyler duymuşsanız içiniz biraz rahat eder. Menüyü incelerken orada ne yenip ne içileceğini  az çok bilmenin verdiği rahatlıkla arkanıza gayet rahat yaslanıp siparişinizi verebilirsiniz.
   Peki ya hiç bir şey bilmeden gittiğiniz yerde karşılacağınız süprizler nelerdir?
   Cuma günü  malum hafta sonu dolap tam takır  elimiz mecbur dışarıda  yemek ile idare edeceğiz  düşüncesi ile yola çıktık.Benim aklımda civarda  dürüm , lahmacun vs atıştırmaktı. Ancak iyi bir italyan yemeği nerede yenir google search inden sonra  kendimizi cadde de  dünyaca ünlü bir italyan  restoran zincirinin suadiye halkasında bulduk. Hafta sonu  olması sebebi ile midir yoksa her daim böyle midir bilemem ama çok kalabalık bir  yer olduğundan daha içeri girmeden en iyi italyan olduğu ipuçlarını almış olduk.
   Kalabalığı yarıp kapıdan içeri girince  güler yüzlü bir kız elimize birer  tane kart tutuşturdu.. Bir karta baktım , bir karşımızda duran açık mutfakta yemek pişiren aşçılara, onun önünde sırada bekleyen insanlara. Hah dedim kendi kendime demek ki self servis bir yer.  Kafamı kaldırıp baktığımda bankonun üstünde bir tarafta pızza diğer tarafta pasta yazdığını gördüm.  Klasik self servis  restoranlarda olduğu gibi bankonun üstünde kocaman harflerle yazan  menü arıyorum ama yok  Bir pasta tarafına gidiyoruz, bir pizza tarafına nasıl sipariş vereceğimizi anlamaya çalışırken şaşkınlığımızı fark eden kapıdaki kız yanımıza gelip ' nasıl sipariş vereceğinizi biliyor musunuz' diye gülümseyerek sordu. O an kendimi  eski Türk filmlerinde köyden kente ilk kez  gelen bir gariban gibi hissettim. Gülümseyerek hayır anlamında başımızı iki yana sallayınca eline bankodan bir menü alan kız başladı  anlatmaya  .'Menüden yemek istediklerinizi seçip aşçılara  sipariş veriyorsunuz, elinizdeki  bu kartlara siparişinizi yüklüyorlar, çıkarken de bu kartlar ile ödeme yapıp geri iade ediyorsunuz.' Bu kadar mı yani? Elimizdeki kart bilmecesinin  sırrı ortaya çıktı böylece.Eskiden devlet  kamplarda olurdu buna benzer sistemler, para alışverişi olmasın diye müdüriyetten bir kart ya da markalar alırdık bütün alışverişleri bunlar ile yapardık. Bu sistemin daha elektronik olmuş hali demek ki burada uygulanıyordu. Siparişin nasıl verildiğini anladığımıza göre görev dağılımı yaparak ben pizza bölümüne , eşim de pasta bölümüne doğru ilerledik. Elimdeki kartı pizza şefine uzatıp  siparişimi söyledikten sonra jet hızı ile elektronik pizzamı sisteme giren şef kart ile birlikte bu sefer üstünde kırmızı ışıklar yanan eski model ericson cep telefonlarına benzer bir alet   tutuşturdu elime.Al sana 2. bilmece  bunu çözersen karnını doyurabileceksin der gibi gülümsüyordu. Aletin üstünde ' nerede olursanız olun pizzanızı takip ediyorum'  anlamına gelen bir cümle vardı. Haftanın bu son yorucu gününün akşamında  sakin sakin yemek yeme hayalim , aç karnına beyin jimnastiğine dönüşmüştü. Bu aletin nasıl çalıştığı hakkında fikir yürütmek yerine şefe gidip , 'cahilliğimi maruz görün bu alet nasıl  haber verecek pizzam hazır olunca'   diye soruverdim. Aldığım cevap oldukça net '  cep telefonu gibi titreşecek' oldu. Vayyy be dedim içimden, adamlar  bu kadar kalabalığa hizmet eden süper bir sistem yapmışlar.  İşimizi kolaylaştırsın diye  yaratılan sistemin içinde  her gün  boğulma tehlikesi ile yaşayan bir gariban olarak bendeniz böyle bir sistemi hayata geçiren kişiyi tanıma arzusu ile elimdeki aletin titremesini beklemeye koyuldum. 
    Nitekim mantarlı tavuklu kremalı özel kesim erişte makarna ve , acılı sucuklu domatesli pizzamız ile kendimize oturacak bir yer bulmak için  bahçede iki tur atıp  midemize bayram ettirdikten sonra eve döndük.             Vapıano hakkında internette ne var ne yok diye bakarken   bu italyan restoranının aslında Almanya merkezli olduğunu , tüm dünyada 65 şubesi olduğunu , menüsü dekorasyonu ve hizmet kalitesinin yanında  ve tüm dünyada sistem gastronomisi alanına getirdiği anlayış ile yepyeni bir çağın başlangıcı olduğunu öğrendim. Sisteme bayılan Almanların böyle bir farklılığa imza atmaları şaşırtıcı bir şey olmasa gerek. Ama biz sistem sevmeyen Türklere bu sistemin biraz fazla mükemmel geleceği de su götürmez bir gerçek . 
       Yine de yolunuz Nişantaşı ve ya Suadiye de ki Vapıano'ya düşerse sistemli bir pizza ve pasta denemeden karar vermeyin derim ven.  

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Çocukla Gezmek Mi?


Bu aralar ne moda derseniz yalnız gezmek diyebiliriz. Nereden mi biliyoruz Beyhan'ın yazdığı son yazıda verdiği bilgilerden. http://onthewayagain.blogspot.com/2011/07/kadn-basna-yalnz.html
Oysa benim için hiç bir zaman cazip olmamıştır yalnız gezmek. Benim gezme anlayışıma tersdir. Ben gördüğüm bir güzelliği o anda yanımdaki ile paylaşmalıyım ki içimdeki coşku daha da artsın. Fotoğraf çektirecek birini bulamadığımda yanımdakiyle aynı karede çıkabilmek için sekiz olup maymun olmayı severim ben. Kaldı ki artık hayatımızın çocuklu kısmına geçtiğimize göre bizim için 'çocuklu gezmek' şart oldu. Bir çocukla beraber gezmenin ilk başta insana ürkütücü geldiğini biliyorum. Bir kere sadece sırt çantası ile çıkamazsın yola, karı koca için küçük bir çanta yetse de çocuk için koca bir valiz hazırlamak gerekir. Tüm olasılıkları düşünüp üç günlüğüne de gitsen en az 3-5 yedek alırsın. Sıcak bir yere de gitsen, belki yağmur yağar belki akşam soğuk olur diye kalın bir şeyler de alırsın. Olası rahatsızlıkları tahmin edip gerekli ilaçları, mamaları , biberonları, ateşölçeri almazsan olmaz. Valizin haricinde olmazsa olmazınız bebek arabasını da almak zorundasınızdır. Yolda uyursa üstüne örtmek için küçük bir örtü, toplu taşıma ile gidiyorsanız sıkılınca insanlara rahatsızlık vermesin diye oyalayıcı oyuncak, kitap vs. alırsınız. Deniz tatiline gidecekseniz nereye koysanız çok yer kaplayan plaj oyuncaklarını da unutmamanız gerekecektir. Yanınıza almaya üşenirseniz de plajda yan şezlongda ki çocukaların oyuncaklarına sulanan çocuğunuzu zaptetmeyi göze almışsınızdır demektir. Bütün bu saydıklarımı taşıyacak bir taşıyıcıya ihtiyacınız olsa da genelde bu işi karı koca paylaşarak halledebilirsiniz .
Yola çıkış öncesi genelde anne için bir kabus niteliği taşır. Bir şey unutma endişesi ile evin içinde dört dönersiniz. Siz bir yandan eşyaları yerleştirirsiniz çocuğunuz diğer yandan ' anne fu ne? ' diyerek yerleştirdiklerinizi çıkarır. 'Evladım yapma sen biraz şurada oyuncaklarınla oyna, karıştırma valizi' diyerek onu odadan çıkartmaya çalışsanız da fayda etmez. En ideali onu babaya teslim edip kendinizi de odaya kapatarak sakince bu işi halletmeye çalışmaktır. Ama emin olun hiç de sakin bitmez.
Bizim için gezmek gerçekten vazgeçilmez bir tutku olduğu için Beren doğdukdan sonra belki bir müddet ara verip sonrasında onun la birlikte de gezmeye devam edebileceğimize inandık. Tamam kabul edelim zorlukları olabilir, eskisi rahat da olamayız , çocuk biz gezeceğiz diye düzeninden de olabilir ama napalım bundan sonra dizimizi kırıp oturmalımıydık? Olmaz dedik ve ilk seyahatimizi sekiz aylıkken hafta sonu için Antakya'ya giderek yaptık. Kalabaklık bir grup gittiğimizden eşya taşımak sorun olmadı. O sıralar yeni yemek yemeye başladığı için fazla bir şey yemesi gerekmedi, meyve ,anne sütü ve mamayla idare etti. Sabahları bizle beraber kalktı (mecburen) uykusu geldiğinde arabada, omuzda uyudu. Aman yemek yemedi, uyku uyumadı diye dert etmedik, kendi haline bıraktık. Yürümediği için peşinden koşmak gerekmedi, arabada , kucakta taşıtık durduk kendisini nöbetle. O da pek bir uyum sağladı ekibe sıkıntı vermedi. İlk sınavı geçti.

On iki aylıkken Kemer'e gittik. Hiç bir zaman tercih etmeyeceğimiz beş yıldızlı herşey dahil bir otel seçtik. Aman otelde kalırız , denize girer , kız için gerekli her şey açık büfede olur düşüncesiydi bizi buna iten. Ancak Beren gene bir şey yemedi açık büfeden, mama ve sütle idare etti, otelde çok sıkıldık, biz de aldık kızı ver elini Adrasan, ver elini Phasilis, Olimpos her gün farklı bir yerde denize girdik. Parayı beş yıldızlı otele gömmekle kaldık bir işe yaramadı...
Bu sene ise tam 2 yaşını bitirdiğinde ise Dubrownik deydik. Artık yürüdüğü için peşinden koşmak gerekti. Biz de serbest bıraktık. O önde biz arkada koştuk. Elimizde bebek arabası , sırtımızda yedekli 2 ayrı çantasıyla , kah omuzda uyuyarak, kah yanımızda yürüyerek dolandık. Pizza ve makarnayla idare etti. Ama hem otobüse, hem tekneye bindi. Hem denize girdi, hem kumda oynadı. Elimizde bebek arabası bir tekneden bir tekneye atladık. Otobüs kuyruğunda bekledi. Yorulduk mu? Evet yorulduk. Bütün bunlara değdi mi ? Evet değdi. Bundan sonraki hayatımız çocuklu olacağına göre kısmen hem o bize uyacak , hem de biz ona uyacağız. Bizimle birlikte gidebildiğimiz her yere götüreceğiz.
Çocukla seyahate çıkarken, ezberinizi bozacaksınız. Bırakın uyku ve yemek düzeni bozulsun dönünce tekrar yerine gelir. Yemiyorsa uyumuyorsa dert etmeyeceksiniz. Üç gün aç kalsa bir şey olmaz, uykusu gelince de zaten uyur. Yük taşımaya hazırlıklı olacaksınız. Olacak O Kadar programının efsanevi muhabiri ' Tam teçhizatlı Cevat Kelle'' modunda dolaşmaya alışacaksınız.
Amaç gezmekse hiç bir şey durdurmamalı sizi. İster yalnız, ister kalabalık, ister kadın başınıza , ister çoluk cocuk, ister sevgilinizle, ister tatil arkadaşınızla kafanızın,kalbinizin götürdüğü yere gidin. Gidin görün ve geri dönüp gidemeyenlere anlatın ki onlar da gitmiş kadar olsunlar.

11 Haziran 2011 Cumartesi

HODRİ MEYDAN

Hayat çocuktan önce ve çocuktan sonra diye ikiye ayrılır. Konu ile ilgili kime sorarsanız sorun aynı cevabı alırsınız. Hayatınızı şekillendiren, neyi neyden önce neyi neyden sonra yapacağınıza karar veren odur. Artık yönetim onun elindedir. Anne baba olarak siz de onun isteklerine boyun eğen kölelersinizdir.
Sabah evden pazara gitmek için çıkarken planımız bir buçuk saat içinde işimizi halledip , evde gecikmiş bahar temizliği yapmaktı. Nitekim işimiz bittiğinde belirlenen süreyi aşmadığımızı görmüş mutlulukla eve doğru yıl alırken bir de baktık bizim ufaklık rüya alemine doğru bir yolculuğa çıkmış. Şimdi eve gitsek onu alıp yatağına koysak anında uyanacak , uykusunu almadığı için mızmızlanacak. Bu daha önceki tecrübelerimiz ile sabit bir durum. Dedim ki kocama , sür arabayı gitmek istediğin bir yer var mı uzaklarda hazır kız uyudu alsın uykusunu tam olarak da biz de rahat edelim. Ve böylece tekerlekler bizi aldı götürdü uzaklara , İzmit Körfeze kadar gittik :) Körfezden geri döndük. Eve döndüğümüzde saat akşam beşti, Beren iki saat uyusun diye 200 km yol yaptık, evdeki temizlik bir başka bahara kaldı, yorgunluktan bayıldık, ama Beren gayet dinç gayet mutlu ortalıklarda koşturmaya devam etti.
Şimdi eğer yazının başındaki tezime itiraz eden varsa hodri meydan !!!

16 Nisan 2011 Cumartesi

B A H A N E

Hayatımız bahaneler arkasına sığınmakla geçiyor. Sözlük anlamı 'bir şeyin gerçek nedenini gizleyerek ileri sürülen sözde sebep.'Aslında insanın kendisinin yüzleşmek istemediği bir şey için başka bir şeyi suçlaması da denebilir. Bir nevi yalan da , kendini kandırma oyunu.

Yapmak isteyip de yapamadığın bir şey için hemen bir bahane buluveriyoruz. O kadar zor mu acaba gerçek sebebi söylemek? Kaybedeceklerimiz çok mu ağır ki bahanelere sığınıyoruz. Gün içinde sıraladığınız bahaneleri ve gerçek sebepleri bir düşünün.
- Yemeği yakan kadının kocasına söylediği bahane : Hayatım bu ocak çok harlı yanıyor. Hiç anlamadım bir baktım yemek yanmış.
Gerçek sebep: Televizyondaki izdivaç programına daldığı için yemeği ocakta unutması.
-Sevgilisiyle buluşmaya geç kalan kadının bahanesi : Hayatım bir trafik vardı yolda sorma, sol ayağım uyuştu valla.
Gerçek sebep: Evden çıkana kadar ne giyeceğine karar verememesi.
-Sürekli görüşemiyorum, bir ara buluşalım diyen eski arkadaşa söylenen bahane: O kadar çok çalışıyorum ki bir ayarlayamadık seninle buluşmayı, bir başka bahara artık.
Gerçek sebep: On sene olmuş görüşmeyeli, buluşup da ne konuşacağız.Nasılsın iyiyim , sen nasılsın ben de iyiyim, işler nasıl onlar da iyi .Saçına ak mı düşmüş ne ? Neden boya yapmıyorsun.Eeee ? Konu bitti.
-Sürekli kilolarından yakınan kadının bahanesi : Ay şekerim ne yapsam olmadı, su içsem yarıyor vallahi. Benim bünyem yapıyor bünyem.
Gerçek sebep: Homini gırtlak önüne gelen her şeyi yemesi. Boğazını tut bak bakalım zayıflıyor musun zayıflamıyor musun?
-Kendini entellektüel göstermeye çalışan ancak kitap okumaya zaman bulamayan sözde entel insanin bahanesi : Ne zaman okuyayım yahu? Bütün gün çalış, akşam eve gel yemek hazırla, çocuklarla uğraş, bir bakmışım koltukta uyuyakalmışım.
Gerçek Sebep: Kafam kaldırmıyor artık düşünmeli şeyleri, kitabı okuyacaksın üstüne düşüneceksin, kendine bir pay çıkaracaksın. Boş versene sen, nasıl olsa bir gün filmi çekilir DVD de izleriz olur biter.

Sizin hayatınızı gerçek anlamda yaşamayı engelleyen bahaneniz ne? Yapmak isteyip de yapamadıklarınız için hangi bahaneler arkasına saklanıyorsunuz?Başkalarını kandırmak kolay da kendinizi kandırmaktan ne zaman vazgeçeceksiniz? Bugün başınızı yastığa koyup uykuya dalmadan önce bir düşünün isterseniz.

5 Şubat 2011 Cumartesi

Tunus

Seyahat tarihi : Ekim 2004


Bugünlerde her yerde kötü haberler ile karşılaşmanız mümkün Tunus ile ilgili. Benim içinse hayatımda ilkleri temsil ediyor Tunus. İlk kez uçağa bindiğim, ilk kez yurt dışına seyahat ettiğim , ilk kez annem ve babam olmadan tatile gittiğim , hayat arkadaşımın en iyi tatil arkadaşım da olacağını öğrendiğim , yeni hayatımın başlangıç noktası olan , balayı için seçmiş olduğum ülke Tunus. Sırf bu yüzden bir nevi gönül bağım var bu kuzey afrika ülkesiyle ve bir parça da olsa 2004 yılında yaptığım bu seyahattan bu yana aklımda kalan bir kaç güzelliklerinden bahsetmek istedim burada.

Havaalanından Jasmin Hammamet e doğru giderken yol kenarında gördüğümüz gecekondular, eski binalar ne kadar da bizim ülkekemize benzer bir yer olduğu hissettirmişti bana. 80’lerin Türkiyesindeydik sanki. Gelişmekte olan ülke turizmi bu konuda önemli bir basamak olarak değerlendirendirdiğini düşündürdü bize. Bu tezimizi doğrularcasına Jasmin Hammamete vardığımızda tatil köyleri ,lüks oteller, geniş caddeler , geniş kumsallar karşıladı bizi . Burası turizm için planlı bir şekilde oluşturulmuş bir yerdi. Ve gayet de başarılıydı.

Ekim ayında olmamıza rağmen deniz , kum ve güneş bize oldukça cömert davrandı. Zaten bu mevsimde denize girme arzusu Tunus'u tercih etmemizdeki ilk nedendi. Buraya kendimi yakın hissetmemin bir nedeni de uzun kumsalları ve Akdenizin sıcaklığı ile bana Antalya’yı anımsatmış olması olabilirdi.

Başkent Tunus un ana caddesindeki binalarin mimarisi uzun süre Fransız sömürgesi olmanın izlerini taşıyor. Sadece binalar değil insanları da hala Fransa'nın etkisinde ki Arapçanın yanında Fransızcayı da ana dileri gibi konuşuyorlar.Bunda Fransanın burayı ucuz tatil beldesi olarak hala kullanmasının da büyük payı var.

Medina(eski tunus) daki çarşılar bizim kapalı çarşıların kopyası sanki. Dükkanların önünde sizi içeri alışverişe davet eden ısrarcı satıcılar gülümseyerek bekliyor. Hediyelik eşya dükkanlarında satılan ürünlere bakınca bir çogunu İstanbulda da bulabilceğinizi hemen anlıyorsunuz. Bu da demek oluyor ki hediyelik eşya piyasasını elinde tutan Çin burada da hakimiyetini hissettiriyor.

Kentin en önemli ziyaret yerlerinden biri olan Bardo müzesi dünyanın en büyük mozaik müzesi olarak değerlendiriliyor.Müze de mozaiklerin dışında da bir çok eser bulunuyor. Müze olarak kullanılan bina aslında bir saray , 19. yy da müzeye dönüştürülüyor.

Müzedeki mozikler çeşitli antik kentlerde ki evlerden çıkarılıp özenle birleştirilip gerek yerde gerekse duvarda sergilenirken bize Tunus Romasının servetine şahitlik etme imkanı sunuyor. Moziklerde anlatılan tanrılar tanrıçalar, günlük yaşam, avlanma , ekin hasatları , savaşlar insanda o döneme karşı bir hayranlık uyandırıyor. Öyle ki o küçük taşları bir iğne oyası işler gibi sıralayan insanların nasıl sanatkar olduklarını hayal etmek bile insanı heyecanlandırıyor.

Yine başkentin içinde Roma dan kalma antik bir kent görmek mümkün . Her ne kadar burayı gördüğümde verdiğim ‘ aaa bunlardan Türkiye de çok var ‘ cümlesi üzerime antik kalıntıları ve tarihi sevmeyen bir kişi olarak yapışsa da yine de ben yolunuz düşerse görmenizi tavsiye ederim.

Sidi Bou Said Bodrumu andıran beyaz evleri ve mavi kapı penceleri ile çok şirin bir turistik kent. İspanyadan göç eden yahudilerin kurduğu bu kentin özelliği kapıların üzerindeki desenler , tokmaklar ve rengarenk çiçekler . Tepelere doğru çıkınca karşılaşılan deniz manzarası ise görülmeye değer.

Yemek konusunda enteresan bir şeyle karşılatığımızı hatırlamıyorum ama zeytin üreticiliğinde dünyada ilk on sırada olmasına rağmen aynı İtalyada olduğu gibi sabah kahvaltıda zeytin bulmak pek mümkün olmadı.

Ülkede yaşanan olaylardan ne kadar zaman sonra turizm tekrar atağa geçer bilmem ama denizi, kumsalı ,tarihi her ne kadar biz gidip görmesek de çölü ile görülmeye değer bir ülke Tunus.

29 Ocak 2011 Cumartesi

sivrisinek





Yaz gecelerinn en sinir bozucu sesidir sivrisinek vızıltısı. Gecenin bir yarısı sıcaktan erimek üzere iken, yatağın içinde bir o yana bir bu yana dönüp duruken uykunun ağırlığı tam da üzerinde yoğunlaştığı anda önce uzaktan gelir sesi sonra şiddetlenerek artar. O an anlarsın ki kulağının dibine konmak üzeredir. Elinle kovalarsın arkadaşı uyku sersemliği ile , bir iki dakikalığına kesilir sesi gitti sanırsın. Çok kolaylıkla zafer kazanmış komutan edasıyla yüzüne yerleşen tebessümle sağdan sola dönerek devam etmek istersin biraz önce sabote edilmiş olan uyku moduna. Ancak bu gece senin kanını emmeden rahat edemeyecek olan olan sivrisinek tekrardan senin kulağına doğru pike yaparak inatçılığını ispatlar. Bu sefer elin yetmez kovalamaya yatağın içinde üçyüzatmış derece dönerek sersemletmeye çalışırsın arkadaşı. Sözümona hedef şaşırtmışsındır amma velakin kiminle dans ettiğinin farkında değilsindir. O ki küçüçük bedeninde yer alan mikron beyniyle, kısacık ömründe seninle aşık atmaya çalışan yüce bir canlıdır aslında. İnanmazsan bak iki vızıltıyla senin sinirini zıplatmayı başarmıştır.Bir hışımla yataktan fırlayıp savaş boyalarını süren , eline terliği de alarak tekrar yatağın tepesinde ilan ettiğin tek taraflı savaşın adsız kahramanına dönüvermişsindir farkına bile varmadan. Bu savaşı kazanmadan uyumak artık sana haramdır. Er ya da geç yorulup bir duvara konacaktır bu arkadaş ve iste o anda hiç şüphesiz ki terlikle duvar arasında kalarak tarihin tozlu sayfalarında yerini alacaktır. Eğer duvarda kanlı bir iz bırakırsa küfürü yemesi kaçınılmaz olacaktır adi şerefsiz mahlukatın. Isırdığı yerdeki kaşıntı ise uykuya dalana kadar seni sinir etmeye devam edecektir.

Bu gecelik zafer seninmiş gibi gözükebilir ancak bu sivrisinek milleti pek bir kindardır , birini öte dünyaya gönderdin mi ertesi gün bütün sülalesi hem cenazeyi kaldırmak hem de senden intikam almak için geri gelecektir. Sen iyisi mi bir tıkaç tak kulağına , çek pikeyi kafana , duymamazlıktan gel sivrisinek vızıltısını , bozma o güzel kafanı. Varsın terden sırılsıklam olasın sabah kalkınca duş alırsın.

7 Ocak 2011 Cuma

iki kişilik monolog



Yıldızların bulutlar arasına saklandığı , denizin öfkesinden kıyıları dövdüğü bir gecede, esen rüzgar hiç sevmediğim o uzun saçlarını savurduğu anda her zaman ki patavatsızlığı ile girdi konuya.

-Neden ayrıldınız?

-Bana göre değildi.

-Neyi eksikti?

-Beni seviyordu.

-Bunun neresi kötü?

-Ama ben onu sevmiyordum.

-Sevmeyi denedin mi?

-Evet?… Hayır?….Bilmiyorum.

-Nasıl yani?

-Korkuyordum ve hala da korkuyorum.

-Neden korkuyorsun ki?

-Sevmekten,delicesine sevip sonra da üzülmekten.

-Saçma, bu dediğin aşk senin. Acı olmaz ise aşk olmaz, üzüntü olmaz ise mutluluk olmaz. Bak bana kaç kez sevdim.Kaç fırtına gördü bu gönül. Kaçında karaya vurdu bu gemi. Kaçında yelkenleri suya gömüldü. Ama bak hala burada ve hayattayım , ve yine ömür boyu sevecek kızı arıyorum.

-Farklıyız.

-Hayır ikimiz de insanız.

-Ama farklı insanlar.

-Denesen başarırıdın.

-Belki de sevecek insanı henüz bulamadım.

-Azıcık etrafına baksan eminim görebilirdin(!)

-Nasıl yani?

-Beni sevebilirdin.

-??!*!!!*!**?????***!!!!!!

-Ne oldu niye sustun ki?

-Sarhoşsun sen.

-Hahh şu saate kadar ayıkdım konuşuyordun benimle de şimdi mi sarhoş oldum?

-Ne dediğini bilmiyorsun .

-Ne dediğimi gayet de iyi biliyorum, sen anlamak istemiyorsun.

-Bunun nesini anlamamı bekliyorsun ki? Sen benim canımsın ciğerimsin. Yıllardır başım sıkıştığında , kıçıma tekmeyi her yediğimde sana koştum ben. Senin omuzunda ağlayıp sızlandım. Sen benim fırtınalı denizimde sığındığım korunaklı sakin limanımdın. Sen benim dostumsun.Sen sevmemi nasıl beklersin?

-Tamam kabul ediyorum dostunum ama sevgilin de olamaz mıyım? Seni her halinle seven tanıyan, yıllardır kahrını çekmiş bu insana kalbini de açamaz mısın? Bunu hak etmiyor muyum?

-Olmaz bunu yapamam.Büyü bozulur o zaman.

-Ne büyüsü masal da mı yaşıyoruz , Hansel ve Gratel miyiz biz ?

-Aaaaa bak yıldız kaydı.

-Konuyu dağıtma her yer bulutlu, gökyüzünde tek yıldız yok çocuk mu kandırıyorsun?

-Bak gördün mü konusu bile büyüyü bozmaya yetti . Eskiden ( beş dakika öncesine kadar) beni mutlu etmek için bulutlu da olsa gökyüzüne bakar , olmayan o yıldızın nasıl kaydığını anlatırdın bana.

- Büyü artık kızım.Kaç yaşına geldin artık. Masallar mı , yalanlar mı avutacak seni?

-Ne yani , büyüdüğüm için mi sev artık beni diyorsun? Ol deyince olacak mı sanıyorsun?

-Hayır, tek istediğim beni sevmeyi denemen o kadar. Denemeden kestirip atma yeter.

- Bunu söylemiş olduğuna inanamıyorum , sevmek denenecek bir şey mi? Tatlı mı yapıyoruz burada su var, un var ,şeker var hadi ne duruyorsun helva yapalım der gibisin.

- Olayı sonunda tatlıya bağladın ya ben de seni tebrik ediyorum. İlk görüşte aşık oldun da ne oldu sanki? Her biri koca bir kazıkla seni ardında bırakmadı mı ? Sen o kazıkların acısını dindirmek için az göz yaşı dökmedin mi? Yetmedi mi bütün bu yaşadıkların? Belki de sadece aşk yetmiyor insanın mutlu ve huzurlu olmasına. Buna inansan sevmenin de denenebileceğine inanacaksın gibi geliyor bana.

-…..!!!!**.!!!!!.**.*!

-Ne oldu? Şimdi neden bu gözyaşları?Hadi gel tut elimi , yasla başını omzuma düşünme bunları. Boşver gitsin.

4 Ocak 2011 Salı

aynı tas aynı hamam


Yine yeni bir yıl geldi. Yılın son günlerinde her yıl olduğu gibi tüm yazılı ve görsel iletişim kanallarında insanlar yeni yıldan beklentileri anlattı biz de anlatılanlardan kendimize uyan varsa üçgün sonra unutacağımızı bile bile aklımızın bir kenarına not edip durduk.

Ne hikmeti varsa şu 1 ocağın, sen bütün bir yıl ense yap yerinden kımıldama hayatınla ilgili en ufak bir adım atma sonra 31 aralık geldiğinde ahkam kes. Sanki şu zavallı her daim soğuk aralık ayı lambadan çıkmış bir cin de sen de birbiri ardına sıralıyorsun dileklerini. Elinde sihirli değneği ile seni bekliyor ki üzerindeki eski püskü elbiseleri bir dokunuşla balo kıyafetine dönüştürüp , seni bekleyen yakışıklı prensin kollarında dans etmen için bal kabağını son model spor bir arabaya çevirip , seni hayallerine kavuşturacak. Ama her daim unuttuğun bir şey var gece yarısı olduğunda ,o 31 aralık 1 ocağa döndüğü anda , spor araban bal kabağına dönecek , yakışıklı prens ( o zaten prens olduğu için öyle kalabilir) gerçek prensesine sarılacak , sen de gündelik kıyafetlerinle bütün bir sene yemek kokuları içinde boğulduğun mutfağına dönmüş olacaksın. Bir sonraki 31 aralık gecesine kadar 364 gün türlü türlü yemekler pişirip, evinden dışarı adım atmadan dans ettiğin o prensin gelip seni bu köhne hayattan kurratmasını hayal edeceksin. Devam et nasıl umut fakirin ekmeği ise hayal de tembelin ekmeğidir. Bekle ! Yakışıklı prensler de zaten senin yemek kokularını takip ederek seni saklandığın bu mutfakdan çıkaracaktır. Emin olabilirsin .

364 gün yapmadığın bir şeyi neden 1 ocak da yapasın ki ? Ne kerameti var ki bu günün ? Zavallı 31 aralığın ne fazlası var ki dünyanın anlamını yüklüyorsun kendisine ? Her yıl olduğu gibi adettendir diyerekten yeni yılda da rejim yapacaksın değil mi? Bir elinde kıymalı su böreği diğerinde kaymaklı ekmek kadayıfı ile öyle homini gırtlak götür yemekleri sonra da bekle ki Victorya Secret bir daha ki yılbaşına seni defilenin kadrosuna alsın. Sen bu gece yat bir yatağa üstüne de aman sakın ha bir örtü alma rüyanda görürüsün ancak podyumu defileyi .

Hayatında bir şeyleri değiştirmek istiyorsan 31 aralığı beklemeden önce gittiğin hamamı değiştireceksin. Hiç kolay değil bir hamama alışmak. İlk gittiğinde aman üzerinden düşmesin diye sıkı sıkıya sarındığın peştamalınla bir kenarda öylece oturup allahım benim ne işim var burada dersin. Bir sıcak su dökünüp kirlerimden arınacağım diye çektiğim bu göz çilesine değer mi diye aklının bir köşesinden geçirirsin. Karşı kurnadaki teyzenin göbeğine kadar sarkmış memelerinin altını kaldırıp sabunlamasını seyrederken ayyy bana bir şeyler oluyor diye bayılmaya kalkman gördüğün görüntüden değil ortamın sıcak ve buharından kaynaklanıyordur , telaşlanma kurnadaki soğuk sudan bir tas çarp suratına kendine gelirsin.

Kurnadaki sıcak ve soğuk suyu ayarlamak çok zordur. Suyu ılıştrana kadar bir yanarsın bir donarsın. Su tam kıvamına geldiğinde ise tası doldurup doldurup kafandan aşağı döktün mü, o ana kadar yaşadığın bütün o stres sıkıntı o sularla bilrikte marmara mermerinin üzerinden akıp kanalizasyona doğru yola çıkar. Karşı kurnadaki teyzenin sarkmış memeleri hayal meyaldir artık. Sıcak ve buhar sadece vücudundaki gözenekleri açmakla kalmayıp tüm çakralarını da açarak ruhuna yeni bir göz katmayı başarmıştır. Şu an istediğin sadece sıcak göbek taşının üzerine uzanmak ve üzerinde olup da görünmeyen küçük kirlerinden kurtulmak için tellak teyzeye kendini bırakmaktır. Utana sıkıla yatarsın o göbek taşına. Kurnaların etrafında su dökünen kadınların hepsinin gözleri senin üzerinde sanarak rahatsız olursun ama kimsenin umrunda değilsindir. Çünkü herkes kendi kirinden kurtulma derdindedir ve senin çıplaklığın umurlarında bile değildir.

Öyle hiç de kolay değildir hamama alışmak. Alıştın mı da hep aynı kurnadan su dökünmek istersin. Çünkü musluğuna alışmışsındır artık. Hangi ayarda açarsan yanmayacağını veya donmayacağını bilirsin. Popon oturduğu taşa, elin tasla kafandan aşağı su dökmeye alışmıştır. O meşhur Türk Fİlminde ki şarkıda söylediği gibi o kurna dan bu kurnaya çirkef sıçramaz, sıçrasa sıçrasa su sıçrar. Tellak teyze kirlerine alışmıştır. Nereni keselerse oradan daha fazla kir çıkacağını bilir. He hafta gördüğün sarkmış memeler ve göbekler aynıdır artık seni rahatsız etmez . Nasıl olsa seninkiler de bir gün o hale gelmeyecek midir. Bu duygunun verdiği rahatlıla bir tas daha su dökersin.

Alıştığın bu hamam , bu tas öyle kolay kolay değişecek şey değildir. Hayat nasıl gidiyor diye soranlara boşuna ‘’ aynı tas aynı hamam ‘ dememiş atalarımız. Hayatında değiştirmek isetdikleri varsa yılın son gününü beklemden önce gidip yıkanacağın hamamı değiştireceksin ondan sonrası zaten çorap söküğü gibi gelecektir.