Dubrovnik’e gitme fikri yaklaşık üç sene önce aklımıza düştü. Tatil arkadaşım ile beni oraya çeken ise şüphesiz ki internette dolaşan enfes dalmaçya kıyıları ve ortaçağdan kalma eski şehrin fotoğrafları oldu. Hem doğa hem tarih , hem deniz hem güneş hepsi bir aradaydı. Yani hedef bir taşla bir kaç kuş vurmaktı. Ancak bu sefer tatil arkadaşım ve ben yanımızda bonus olarak 2 yaşındaki sevgili kızımızı ve ekstra bonus olarak da anneanesi ve dedesini de beraber götürdürk.
Adettendir, gidip gördüğümüz yerleri mutlaka bir yerlere benzetir,bir yerler ile kıyaslarız. Dubrownik de yarım adası ile Kaş’a , denizi ile Marmaris’e benziyor, eski şehiri ile bildiğimiz hiç bir yere benzemiyordu.
Memlekette sanayi yokmuş, dolayısı ile kıyılar mavi bayraklı plajlarla doluydu. Zaten memleket tamamen dağlık bir kıyı şeridi ile oluştuğundan , tarıma ugun arazileri de yokmuş. ‘91 yılında Yugoslavya dağılırken çıkan iç savaş sırasında Sırplar eski şehiri epey bombalamışlar, ama sonrasında UNESCO nun çabalarıyla eski haline getirmeyi başararak ülkelerini turizme gayet güzel bir şekilde sunmayı başarmışlar. Savaş dan çıkmış bir millet olmakla beraber, tüm gelirlerini neredeyse turizm ile sağlıyorlarmış.
Ortaçağdan kalma eski şehir gerçekten insanı bu dünyadan alıp o zamanlara götürmeyi başarıyor. Daracık sokaklarında dolaşırken ister istemez buralarda kimler nasıl yaşıyordu diye düşünmeden kendinizi alamıyorsunuz.
Eski şehir tamamen surlar ile çevrili. Yaklaşık 2 km uzunlupundaki surları 10 euro karşılığında yürüyerek gezebiliyorsunuz. Tepeden görülecek manzara için değer bir para diye düşünüyorum. Karar sizin…
Şehrin içinde hala yaşayanlar var, apartments denilen yerler gördük sanırım bunlar pansiyon olarak kiralanan yerlerdir diye tahmin yürüttük.
Binaların çoğu ise cafe, bar , restaurant olarak kullanlıyor. Sokaklarda ki masalar, keyifli vakit geçirmek isteyenler için biçilmiş kaftan. Buralarda oturup saatlerce sohbet edebilirsiniz. Çünkü tatilde vakit o kadar yavaş ve keyifli geçiyor ki, inanın İstanbul’un karmaşaına ve hızına dönmek istemeyceksiniz.
N e yediniz diye soracak olursanız, klasik avrupa yemeği olarak pizza ve makarna diyebilriz. Bu İtalyanlara hayran olmamak elde değil. Adamlar tüm avrupada yenebilcek iki tane yiyecek üretmişler , nereye giderseniz gidin ( asya yı buna katmıyorum ) pizza ve makarna varsa aç kalmıyorsunuz. Çünkü diğer yiyeceklerini hakikaten tatmaya korkuyorsunuz. Nitekim ilk gün bir balık çorbası ve kalamar yedik , nerede bizim terbiyeli balık çorbamız, taratorlu kalamarımız dedik. Ve bildiğimizde şaşmayıp makarna ve pizza ile günlerimizi tamamladık.
Tabi ki şehrin en iyi makarnacısı ve pizzacısını bulmamızda tatil arkadaşımın engin araştırma ve soruştırmaları sonucu olduğunu da es geçmemek gerekli diye buraya not düşüyorum.
.
Dubrownik sadece eski şehir değil ama bir her gün mutlaka yemek yemek için de olsa buraya geldik. Otelimiz Lacrome Babin Kuk yarım adasında olmasına rağmen ulaşım otobüsle gayet kolaydı. Gidecek olanlara tavsiye edeceğimiz kadar güzel ve konforlu bir oteldi.
Hırvatistan konumu itibariyle Karadağ ve Bosna Hersek arasında sıkışıp kalmış bir coğrafya. Oralara kadar gidip de bu iki ülkeyi de görmeden dönmeyelim dedik ve yurt dışında genelde katılamamayı tercih ettiğimiz ekstra tur denilen olaya dahil olarak Mostara gitme gafletinde bulunduk. Aslında normal şartlarda 2-2,5 saat sürecek bir otobüs yolculuğu turist gezdiyoruz bahanesiyle garip yerlerde durarak saat 15:30 da vardığımız Mostar da köprüye bir ceeee dedik ve döndük. Otobüs tepesinde 35 derece sıcaklıkta , kucağımızda canı sıkılan bir küçük bir vatandaş ile çekilesi bir yol olmadı bizim için.
Buraları gezerken çok değil bir kaç yıl önce korkunç bir savaş içinde olan bu toplumun nasıl ayakta kaldığını , nasıl hala bir arada yaşadıklarını anlamak gerçekten çok zor geldi bana. Şehirde savaşın izleri sanki hiç unutulmasın diye bırakılmış anıtlar gibi yükselmekte.
Tabi Mostar gezisinin bu yorgunluğu bizi Karadağa gitmeme konusunda ikna etmeyi başarmış oldu ve biz de Dubrownik in klasik üç adalar gezisine katılmayı tercih ettik. Bu sefer ağzımızın payını aldık diye ekstra tura katılmayıp kendimiz bir tur ayarladık. Turu satan kız elinde çok güzel kocaman bir tekne fotoğrafı üzerinden nereleri gezeceğimizi , neler yenilip sınırsız neler içileceğini bize anlatıp durdu. Biz sabah limanda tam techizatlı cevat kelle modunda , bebek arabamız, çantalarımız beklerken bir tekne gelip önümüzde durdu. Resimde görülen tekne ile alakası olmayan küçük bir tekneye , nereye gideceğimizi bilmez halde balık istifi modunda kendimizi binmiş bulduk. Bizi tekneye bindiren adam , açıkda daha büyük tekneye geçeceksiniz diyerek bir nevi açıklamada bulundu. Avrupaya gitmek için kandırılmış , asyalı mülteciler modunda açık denize doğru ilerledik. Biz gittik ama açıkda görünürde tekne falan yoktu. Lakin ilk adaya varınca kaptan bizi indirdi, bir saat sonra burada olun başka tekne sizi almaya gelecek deyip basıp gitti. Sanırım bir şakanın ve adanın tam ortasında kaldık diye kendimizi serin mavi sulara atıverdik.
Kaptanın söylediği saatte başka bir tekne geldi ve bizi alıp diğer adalara götürdü, bu arada yemeğimizi ve sınırsız içeceğimizi de alarak rahatladık. Sınırsız içecek olma sebebini yanda gördüğünüz yerel coladan çok rahatlıkla anlayabildik. Sınırsız şarapların nasıl bir şekilde sunulduğunu anlatmama bu durumda hiç gerek kalmadığını düşünerek adalar gezimizin biraz maceralı heyecanlı olması yanında çok güzel ve keyifli geçtiğini söyleyerek noktayı koyabileceğimi düşünüyorum.
Bu arada 2 yaşındaki kızımızla yurtdışında olmanın çok ayrı bir keyfi, tatlı bir eziyeti, ve unutulmaz anları vardı. Elimizde köfteli çatalla eski şehrin sokaklarında koşturan, pizza dilimiyle meydanda güvercin kovalayan , bebek arabasını almaya üşendiğimiz için uyuyakalan vatandaşı kucakta taşımak zorunda kalan, meydandaki çesmede su oyunları oynayan bir anne ve baba olarak hiç pişman olmadık. Eylemlerimiz artarak bu yönde devam edecektir, ilgilnenenlere duyurulur.