Sabah kahvesini
yudumlarken deniz mavisi gözleri konsolun üzerindekilere daldı. İrili ufaklı
tam onbeş gümüş çerçeve anılarını hapsetmiş, görüş gününü bekliyordu. Çerçevelerin
bazılarının yüzü konsolun arkasındaki aynaya dönüktü. Cezalıydılar. Sadece
aynadaki yansımadan odanın belli açılarından
görülebilirlerdi. Resimdeki çırpı bacaklı beyaz tenli kızdan bugüne
gelen ise, pencere önündeki berjerde elinde çini desenli fincanı ile oturan
derin kırışıklarla dolu yüzlü , odun bacaklı kadındı. Zarif elleri piyano
çalmayı hayal ederken iğne iplik ile buluştu. Ceviz oymalı çeyiz sandığının yanında duran
dikiş makinası babasının 18. yaş günü hediyesiydi. İğne ipliği kumaş ile ritmik
bir şekilde buluşturan bu hediyenin
hayatının dönüm noktası olduğunu o günlerde farkında değildi.
Derin bir iç çekerek pencereden dışarıya baktı.
Çocuklar karşı kaldırımda bakkal dükkanının önünde misket oynuyordu. Bakkalın
çırağı 5. Kattaki bigudili sarışının pencereden sarkıttığı sepete 2 ekmek,
yumurta , ve domates koydu. Bisikleti ile geçen postacı sokak ortasında top
koşturan çocukları ezmemek için zilini çaldı. Köşedeki apartmanın kapısında iki
kadın göz ucu ile bigudili sarışını süzerek sabah dedikodusu yapıyorlardı. İki
ekmek aldığına göre gece kesin fazla mesaisi vardı. Menemen seven hangisiydi
acaba? Ağızları torba değil ki büzesin şu kadınların. İşleri güçleri
olsaydı uğraşmazlardı böyle milletin
özeli ile. Vaktiyle az mı aşındırdılar evinin kapısını. Her geldiklerinde
gözleri aynalı konsolun üzerinde ters duran çerçevelerdeydi. Dudaklarını
kemiriyorlardı o soruyu sormadan az önce . Her seferinde aynı cevabı
alacaklarını bile bile.
Çalan telefonun
sesi ile birlikte hıçkırmaya başladı. Çok uzun senelerdir telefonun fişi çekik yaşıyordu. Kendi arayacağı zaman fişi takar, işi bitince kapatırdı.
Çalarsa da açmazdı. En son 38 sene evvel o kara günde açmıştı telefonu.
Sehpanın üzerinde duran kristal bardaktan bir yudum su aldı. Sesin kesilmesi
ile birlikte hıçkırık da kesildi.
Konsolun
üzerindeki çantasını aldı, kapıya yöneldi. Arayan her kimse yeniden
arayabilirdi. Ondan önce davranıp dükkana gitmek üzere yola çıktı.
Ayakkabılarını giyerken karşı daireden gelen elektrik süpürgesi sesine kulak
kabarttı. Yeni gelin epey hamarattı demek. Sabahın bu saatinde süpürge
çalıştırdığına göre. Bir ay olmuştu taşınalı. Düğün gecesi kocasının kucağında
girdi yeni evine. Gelinliği kabarık tarlatanlı olduğundan kapıdan içeri
sokmakta zorlandı damat. Kıkır kıkır gülmelerine uyanmış, dürbünden görmüştü
olanlar. Her sabah evden çıkarken, akşam iş dönüşü kapılarını çalıp bir hayırlı
olsun demeyi aklından geçirir, ama akşam olup döndüğünde düşüncesinden
vazgeçerdi. Hem kapılarını çalıp hayırlı olsun dediğinde ne değişecekti ki.
Olan olmuştu. Hayırlı ve şerli ne fark ederdi.
Döner merdivenleri
ağır ağır inmeye başladı. Alt kattaki öğrencilerin kapısının önü cami
kapısı gibiydi. Kaç çift ayakkabı olduğunu saymadı.
Aralarından atlayarak apartman kapısına varabildi. Posta kutusunu kontrol etti.
Gereksiz faturalardan başka bir şey yoktu. Demir kapıyı güçlükle açıp dışarı
çıktı.
Her gün onlarca umutlu insan görüyordu
dükkanda. En mutlu günlerinde en güzel genç kız olabilmek için tercih ediyorlardı
onu. Danteller onun elinde zarif bir papatya tarlasına dönüşüyordu. Satenler ve
tüller ise kelebeklere. İşinin en iyisiydi. Kendi yalnızlığını hiçe sayarak insanların
yalnız kalmamak üzere çıktıkları bu yolculuğa eşlik ediyordu. Aklına geliyordu.
Kendisinin bu yolda tökezleyip düştüğü gün, avuçlarının içi kanıyordu. Kimseye
kırgın değildi. Sadece suskundu. Susmasaydı bir daha asla eline iğne iplik
alamazdı.
Yol boyunca gün içinde yapması gerekenleri planladı. Üç kişi ön görüşme,
iki kişi son prova, eksik incik boncuk listesi çıkararılacak, yeni dantel
kartelalarına göz atılacak.
Kapıdan içeri adım
atar atmaz, çırakların hepsi bir ağızdan seslendiler.
-Günaydın Matmazel
O ise gözlerini kapartıp başını
hafifçe eğerek sessizce selam verdi. Son zamanlarda işleri ağırdan alır
olmuştu. Ekibi gayet güzel yürütüyordu. O ise kendini oyalamak için geliyordu
çoğu zaman dükkana.
Kapı açıldı yan dükkan komşusu Geveze Salim girdi içeri.
-Bugün geciktiniz matmazel.
-Yaaa öyle oldu uyuyakalmışım maalesef.
-Gözlerim yollarda kaldı vallahi.
Matmazel gelse de şöyle karşılıklı bir sabah kahvesi içsek iki lafın belini
kırsak diyordum.
-Ben kahvemi içtim sağolun, malum
fazlası çarpıntı yapıyor.
Adamın gitmeye hiç niyeti yoktu.
-Duydun mı matmazel Sivas’da bir
otel dolusu insanı diri diri yakmışlar.
-Evet duyduğumdan beri derin bir
üzüntü içindeyim kendime gelemedim.
-Dinimize saygısızlık etmişler
diyorlar. Dinibütünler de cezalarını vermiş işte ne var bunda üzülecek?
-Pardon, anlamadım? Kim kime ceza
vermiş? Hem de ne hakla? Bunun dininiz ile mazur gösterilmesi kesinlikle kabul
edilemez. Ben tüm ailemi, sevdiklerimi tam 38 sene evvel bir eylül gününde din
maskesi altında yürütülen bir linç girişimi ile kaybettim. Hiç birinin suçu
günahı yoktu. Böyle bir yok oluşu hak etmediler. Tıpkı dün o otel odasında
sıkışıp diri diri yanan canlar gibi.
Elini hiddetle masaya vurdu, çantasını
aldı . Dükkandakilerin korku dolu bakışları ile kapıdan çıkıp evin yolunu
tuttu. Mahallede çocuklar misket oynamaya devam ediyordu. 5. Kattaki sarışın
bigudilerini açmış karşı balkondaki kadınla sohbet ediyordu. Kapı önün deki
kadınlar oturmuş yine birini çekiştiriyorlardı. Başka işleri güçleri yoktu
çünkü. Kocalarını işe gönderip soluğu kapı önünde alıyorlardı. Ne zevk
alıyorlarsa başkalarının özel hayatından.
Eve girer girmez çantasını konsolun üzerine
bırakıp pencere önündeki berjere gitti. Derin bir nefes aldı. Kulaklarından
alev çıkıyordu. Kalbi ise dört nala koşan bir atlı gibiydi. Gözlerini kapadı ve
kendini ayaklarından tavana asılıymış gibi hayal etti. Kanın tüm beyin
hücrelerine hücum edişini hissedebiliyordu. Kıvırcık saçları bir yay gibi
zıplıyordu. Gözlerini açtığında kalbi eski ritmine dönmüştü. Sehpanın üzerinde
duran kitabını aldı, sayfalarını karıştırmaya başladı. Bu kitabı alırken ismine
vurulmuştu. ‘ Gülünün Solduğu Akşam’ Herkesin bir gülü vardı elbet ve onun
solduğu bir akşam. Kitabın içinde altı çizili bir cümleyi defalarca okudu. ‘
allah sevdiği kulunu Şarkışla’ya düşürmesin.’
Eli televizyon kumandasına gitti bu sefer. Kanallar arasında dolaşmaya
başladı. Sarışın kızla yakışıklı oğlanın bir kokteyl masası önünde sundukları sabah programında durdu.
Yüzlerine yapıştırılmış gülümseme ile neşe saçıyorlardı memlekete. Sanki hiçbir
şey olmamış gibi. Sanki dün otuzbeş ocağa ateş düşmemiş gibi. Sarışın ve
yakışıklı olmaları yeterdi zaten o beyaz camın içine girmeye. Sabah şekerleri
onlar, ikisini de sıcak çayın içine atıp
son sürat karıştırarak eritmek istedi. Konuşurlarken birden bire dans etmeye
başladı kesme şekerler.
koca ağızlı, yanık sesli sevimli çocuğun şarkısı
eşliğinde
‘ Dökülür yediverenler /Teninden
rengarenk /Açardı mevsimli, mevsimsiz bir tanem /Değişir kokun , ısınır kanın
beni, yakarsın. /Vazgeçilir gibi değil, bu med ceziirrlerrr……’
Televizyonu kapattı. Sabahları erken kalkmaktan nefret ederdi. Ama kör
şeytan uyutmazdı onu. Kafasının içinde bir sağa bir sola döner durur iğnelerini
batırırdı. Her gün aynı saatte evden çık, aynı yolu yürü, aynı insanlara
gülümse , aynı cümleleri kur. Kafesinin içinde dönüp duran ve bir yere
varamayan o fare kılıklı şeyden bir farkı yoktu. Tüm bunları bir tiksinti ile
yaptığını fark etti. Telefonun fişini taktı ve dükkanı aradı.
-Nermin yavrum , dükkanı sen kapa bugün, yarın da sen
aç. Çekmecedeki defterde randevular yazılı ara onları ‘sizinle bundan sonra ben
ilgileneceğim, matmazel bir süre buralarda olmayacak’ de. Her şey sana emanet.
Ahizeyi kapattı ve fişi tekrar çekti.