22 Aralık 2014 Pazartesi

İÇİM GÜZEL BENİM

   
Gözüm tavandaki   örümceğe takılı kaldı. Ağına düşürmüş küçük bir sineği bacakları  ile çevirerek top haline getiriyor. Kendi ağına hapsetti. Acıktıkça parça parça yiyecek onu. Önce çırpındı zavallı sinek kurtulacağını umarak, sonra pes etti. Kader diye geçirdi mi acaba aklından? Kafamın içinde de aynısından var sanki. Önce bir ağ ördü. Tüm beyin kıvrımlarımı eline  geçirdi.  O da tıpkı tavandaki gibi ayakları ile beynimi toparlıyor. Küçük yapışkan bir top haline getirdi. Vıcık vıcık. Kuru değil midir bu ağ? Peki bu yapışkan ıslaklık da ne o zaman. Bu sümüklü böcek de nereden girdi nereden girdi kıvrımlarımın arasına ? Aynı anda iki davetsiz misafir. Örümcekten rol çalmaya gelmiş.  Paylaşamıyorlar beni. Anladım, örümceğin işi bu. Dikkatimi dağıtmak için soktu onu oyuna. Yemem ben.
   Demir parmaklıklı küçük pencereden gün ışığı sızıyor içeriye. Toz zerrecikleri havalanıyor yerden. Rutubet kokusu ciğerlerime öyle bir işlemiş ki çiçek kokusu gibi geliyor. Unuttum farkını. Saksıda ki çiçek ise yaşamak ve ölmek arasında kararsız.  Boynu bir bükük, bir kalkık mor menekşe. Üç adımda bitiyor  tüm oda. Git-gel-git-gel başım dönüyor. Vazgeçtim yürümekten. Masanın üzerinde kalemlerim var. Bir kurşun, bir dolma, bir tükenmez. Hepsi kırmızı. Severim kırmızıyı. Kan kırmızısı. Kitaplarım üst üste. Kağıtlarım dağınık. Ne olursu bir ses duyabilseydim. Çocuk sesi, keman sesi, düdüklü tencere sesi.  Oysa duyduğum tek ses  şu lanet musluktan akan su damlası sesi. Demir yatağın bir ayağı hala kısa. Altına sıkıştırdığım gazete kağıdı ıslanmış olmalı. Yoksa durduk yere kısalacak hali yok. Su sızmış klozetten. Kokudan belli. Çarşafım yine toplanmış yatağın köşesinde. Allah’ın cezası yataktan küçük küçük olunca her sabah leş kokulu siyah şiltenin üstünde uyanıyorum. Kendisi siyah değil aslında. Zamanla üzerinde biriken bilimum kan, ter, sidik sıvıları onu dönüştürmüş. Farkında değil. O yüzden her sabah daha bir kirli uyanıyorum yeni güne. Olsun ne fark eder. İçim temiz benim.
    Yine korkmaya başladım. Titriyorum. Dikenler batıyor etlerime. Delik deşik olacağım. Kevgir gibi. Süzülecek sular içimden. Dikensiz gül olmaz. Kan ve Gül. Gül ve Diken. Radyoda çalan şarkı bu. Aşkım ve sen. Dans ediyoruz babamla. Kırmızı ayakkabılarım duruyor mu acaba hala? Ellerimi uzattım, tutan yok. Şefkat arıyorum. Dikenli teller takılıyor boğazlı kazağıma. Tel dikenlidir. Dikensiz olmaz. Olsa da işe yaramaz. Tıpkı gül ve diken gibi. Tel ve diken. Küçülmüştür kırmızı ayakkabılar. Olsun süs yaparım ondan. Vitrin süsü. İlk iş bir vitrin almak lazım.  Dur vurma bak etlerim kızardı. Kanıyorum. Tüylerim diken diken. Gül ve diken. Tel ve diken. Diken dikene.
    Pencerenin olduğu duvarda altı  dikey bir yatay olmak üzere yedi çizgili kümelere var. Odanın bir önceki sahibinin takvimi yokmuş. Ben şanslıyım. Yatağın olduğu duvarda kocaman takvimli bir poster asılı. Mevsimlere göre dörde bölünmüş. Her birinde manasız birer resim. Kan kırmızı gonca bir gül, üstüne bir güvercin konmak üzere olan bir güvercin, kırmızı ayakkabılı küçük bir kız, kalın boğazlı kazaklı büyük bir kız.  Kış kış olalı eminim kırmızı bir gül ile anılmamıştır. Resimleri seçenin kafası güzel bir anına denk geldi herhalde. Ah bir şişe köpek öldüren olsaydı da ben de güzelleşseydim. Kırmızı beyaz fark etmez o kadar çirkinim ki. Uzun zamandır lavabonun üzerinde asılı kendini ayna zanneden o dikdörtgene bakamıyorum.
    Oysa bir zamanlar ne çok severdim aynalara bakmayı. Anneannemin odasındaki şifonyerin önüne geçer elimde saç fırçası ile sahne alırdım. Yatağın üzerine dizdiğim bebeklerim seyircilerim olur, her şarkı bitişinde beni alkışladıklarını hayal ederdim. İşte öyle bir günde her zaman kilitli duran çekmecenin içindeki kabartmalı gümüş kapaklı çanta aynasını. O gün nedense unutmuştu anneannem kilitlemeyi çekmeceyi. Belki de bilinçli yapmıştı. Benim o aynayı bulup o soruları sormamı istiyordu. Kapağın bir tarafında ayna varken diğer tarafında donuk bakışlı bir kadın fotoğrafı vardı.
-Anneanne kim bu kadın ?
- Annen.
- Benim bir annem mi var ?
- Herkesin bir annesi vardır.
-Var da neden burada yok?
-Uzaklarda da ondan, çok uzaklarda.
-Otobüse binip gelsin.
-……….
Sessizlik…..

Ah güzelim ah… Sen uyumaya devam et. Adın uyuyan güzel olsun. Senelerce ayakta uyudun. Uyuttular seni. Kandırdılar. Sen kırımızı ayakkabıların ile oyalanırken, baban koruduğunu sandı seni. Ülkedeki tüm iğneleri toprağa gömerken, zararsız bir tohumdan çıkan tehlikeyi fark etmedi. Bahçedeki gülün dikeni battı eline. Cadılar da kurtaramaz artık seni. Kırmızı kanın aktı kırmızı gülün üzerine bir kere. Yere düşüp gerçek uykuya dalman gerekirken birden aydınlandı gözlerin. Prensi beklemene gerek yok. O başka kızı öptü, uyandırdı. Sen artık uyumuyorsun ki. Öpülmene de gerek yok. Adın değişsin . Uyanan güzel olsun senin.

Şiltenin altında sakladığım küçük bohçayı açtım. Artık iyice kararmış olan gümüş aynada kendime baktım. Güzelim ben. Artık uyumuyorum. İçim güzel benim. 

Hiç yorum yok: