29 Aralık 2014 Pazartesi

MERAK İŞTE

       
    Taş duvarın üzerinde kuyruğunu dikmiş ormanlar kralı  aslan misali salına salına  yürüyordu. Biri ona uzaktan akraba olduklarını söylemiş olmalıydı. Yoksa nereden gelecek bu özgüven ? Sapsarı tüyleri ayışığında parlıyordu. Belli ki yeni taranmış. Ne işin var bu saatte, bu pis kokulu sokakta? Merak işte. Evde canı sıkılmış, kendine macera arıyordu.
    Birden durdu, kedi haline dönüp kulaklarını dikti. Onu olduğu yere mıhlayan devrilen bir çöp tenekesinin sesiydi. Sesin geldiği yere doğru hızlı bir hamle yaptı.  Çöp tenekesi etrafında üç köpeğin birbirlerine hırladıklarını gördü. İçlerinden en irisi bir çift bal rengi göz tarafından izlendiklerini hissetti ve hırlamayı kesip kafasını o yöne doğru çevirdi. Göz göze geldikleri o an kedi parlak tüylerini kabarttı, sırtını kamburlaştırdı. Yine aslan moduna dönmüştü.  Köpekler  kendilerine yapılan bu meydan okuma karşısında birbirleri ile dalaşmayı kesip, ortak düşmanlarına doğru koşmaya başladılar. Duvarın üzerinden yere atlayan kedi önde, ağızlarından salyalar akan sokak köpekleri arkada  mahalleyi bir baştan bir başa koştular. Ta ki çıkmaz bir sokağa gelip de nefesleri tükenene  kadar. Kediyi köşeye sıkıştırdılar. Şimdi sıra ilk vuruşu kimin yapacağına karar vermekteydi. Beyaz üzerine siyah benekli cılız olan kısa çöpü çekti ve kedinin üzerine atladı.  Tiz bir viyaklama sesi ile tırnaklarını çıkaran ‘aslan kedi’ siyah beneklinin yanağına ilk imzasını attı. Artık siyah beyaz benekli ve kırmızı çizgiliydi. Diğer ikisi bu beklenmedik saldırı karşısında öfke ile aynı anda harekete geçtiler. Geceyi inleten –havlama ve miyavlama denilemeyecek – hırlamalar eşliğinde kediyi aralarında top gibi yuvarlıyorlardı. Kesik kuyruklu olan dişlerini kedinin ensesine geçirdi ve sağa sola sallamaya başladı.  
   Önünde kavgaya tutuştukları apartmanın ışığı yandı. Kapıdan cüssesi sağlam bir adam  elinde kalın bir sopa ile sokağa fırladı. Sopayı sokak lambasının direklerine vurarak köpekleri oradan uzaklaştırdı. Kaldırımın kenarına fırlattıkları kedi güçlükle nefes alıyordu.  Tüm ensesi ve bal rengi gözü kan içindeydi. Parlak tüyleri kan, toprak, ve salya ile birbirine karışmıştı. Ne olurdu otursaydı evinde sobanın önünde .  Ne yaparsın. Merak işte . 

22 Aralık 2014 Pazartesi

İÇİM GÜZEL BENİM

   
Gözüm tavandaki   örümceğe takılı kaldı. Ağına düşürmüş küçük bir sineği bacakları  ile çevirerek top haline getiriyor. Kendi ağına hapsetti. Acıktıkça parça parça yiyecek onu. Önce çırpındı zavallı sinek kurtulacağını umarak, sonra pes etti. Kader diye geçirdi mi acaba aklından? Kafamın içinde de aynısından var sanki. Önce bir ağ ördü. Tüm beyin kıvrımlarımı eline  geçirdi.  O da tıpkı tavandaki gibi ayakları ile beynimi toparlıyor. Küçük yapışkan bir top haline getirdi. Vıcık vıcık. Kuru değil midir bu ağ? Peki bu yapışkan ıslaklık da ne o zaman. Bu sümüklü böcek de nereden girdi nereden girdi kıvrımlarımın arasına ? Aynı anda iki davetsiz misafir. Örümcekten rol çalmaya gelmiş.  Paylaşamıyorlar beni. Anladım, örümceğin işi bu. Dikkatimi dağıtmak için soktu onu oyuna. Yemem ben.
   Demir parmaklıklı küçük pencereden gün ışığı sızıyor içeriye. Toz zerrecikleri havalanıyor yerden. Rutubet kokusu ciğerlerime öyle bir işlemiş ki çiçek kokusu gibi geliyor. Unuttum farkını. Saksıda ki çiçek ise yaşamak ve ölmek arasında kararsız.  Boynu bir bükük, bir kalkık mor menekşe. Üç adımda bitiyor  tüm oda. Git-gel-git-gel başım dönüyor. Vazgeçtim yürümekten. Masanın üzerinde kalemlerim var. Bir kurşun, bir dolma, bir tükenmez. Hepsi kırmızı. Severim kırmızıyı. Kan kırmızısı. Kitaplarım üst üste. Kağıtlarım dağınık. Ne olursu bir ses duyabilseydim. Çocuk sesi, keman sesi, düdüklü tencere sesi.  Oysa duyduğum tek ses  şu lanet musluktan akan su damlası sesi. Demir yatağın bir ayağı hala kısa. Altına sıkıştırdığım gazete kağıdı ıslanmış olmalı. Yoksa durduk yere kısalacak hali yok. Su sızmış klozetten. Kokudan belli. Çarşafım yine toplanmış yatağın köşesinde. Allah’ın cezası yataktan küçük küçük olunca her sabah leş kokulu siyah şiltenin üstünde uyanıyorum. Kendisi siyah değil aslında. Zamanla üzerinde biriken bilimum kan, ter, sidik sıvıları onu dönüştürmüş. Farkında değil. O yüzden her sabah daha bir kirli uyanıyorum yeni güne. Olsun ne fark eder. İçim temiz benim.
    Yine korkmaya başladım. Titriyorum. Dikenler batıyor etlerime. Delik deşik olacağım. Kevgir gibi. Süzülecek sular içimden. Dikensiz gül olmaz. Kan ve Gül. Gül ve Diken. Radyoda çalan şarkı bu. Aşkım ve sen. Dans ediyoruz babamla. Kırmızı ayakkabılarım duruyor mu acaba hala? Ellerimi uzattım, tutan yok. Şefkat arıyorum. Dikenli teller takılıyor boğazlı kazağıma. Tel dikenlidir. Dikensiz olmaz. Olsa da işe yaramaz. Tıpkı gül ve diken gibi. Tel ve diken. Küçülmüştür kırmızı ayakkabılar. Olsun süs yaparım ondan. Vitrin süsü. İlk iş bir vitrin almak lazım.  Dur vurma bak etlerim kızardı. Kanıyorum. Tüylerim diken diken. Gül ve diken. Tel ve diken. Diken dikene.
    Pencerenin olduğu duvarda altı  dikey bir yatay olmak üzere yedi çizgili kümelere var. Odanın bir önceki sahibinin takvimi yokmuş. Ben şanslıyım. Yatağın olduğu duvarda kocaman takvimli bir poster asılı. Mevsimlere göre dörde bölünmüş. Her birinde manasız birer resim. Kan kırmızı gonca bir gül, üstüne bir güvercin konmak üzere olan bir güvercin, kırmızı ayakkabılı küçük bir kız, kalın boğazlı kazaklı büyük bir kız.  Kış kış olalı eminim kırmızı bir gül ile anılmamıştır. Resimleri seçenin kafası güzel bir anına denk geldi herhalde. Ah bir şişe köpek öldüren olsaydı da ben de güzelleşseydim. Kırmızı beyaz fark etmez o kadar çirkinim ki. Uzun zamandır lavabonun üzerinde asılı kendini ayna zanneden o dikdörtgene bakamıyorum.
    Oysa bir zamanlar ne çok severdim aynalara bakmayı. Anneannemin odasındaki şifonyerin önüne geçer elimde saç fırçası ile sahne alırdım. Yatağın üzerine dizdiğim bebeklerim seyircilerim olur, her şarkı bitişinde beni alkışladıklarını hayal ederdim. İşte öyle bir günde her zaman kilitli duran çekmecenin içindeki kabartmalı gümüş kapaklı çanta aynasını. O gün nedense unutmuştu anneannem kilitlemeyi çekmeceyi. Belki de bilinçli yapmıştı. Benim o aynayı bulup o soruları sormamı istiyordu. Kapağın bir tarafında ayna varken diğer tarafında donuk bakışlı bir kadın fotoğrafı vardı.
-Anneanne kim bu kadın ?
- Annen.
- Benim bir annem mi var ?
- Herkesin bir annesi vardır.
-Var da neden burada yok?
-Uzaklarda da ondan, çok uzaklarda.
-Otobüse binip gelsin.
-……….
Sessizlik…..

Ah güzelim ah… Sen uyumaya devam et. Adın uyuyan güzel olsun. Senelerce ayakta uyudun. Uyuttular seni. Kandırdılar. Sen kırımızı ayakkabıların ile oyalanırken, baban koruduğunu sandı seni. Ülkedeki tüm iğneleri toprağa gömerken, zararsız bir tohumdan çıkan tehlikeyi fark etmedi. Bahçedeki gülün dikeni battı eline. Cadılar da kurtaramaz artık seni. Kırmızı kanın aktı kırmızı gülün üzerine bir kere. Yere düşüp gerçek uykuya dalman gerekirken birden aydınlandı gözlerin. Prensi beklemene gerek yok. O başka kızı öptü, uyandırdı. Sen artık uyumuyorsun ki. Öpülmene de gerek yok. Adın değişsin . Uyanan güzel olsun senin.

Şiltenin altında sakladığım küçük bohçayı açtım. Artık iyice kararmış olan gümüş aynada kendime baktım. Güzelim ben. Artık uyumuyorum. İçim güzel benim. 

17 Aralık 2014 Çarşamba

BİR SONBAHAR HİKAYESİ

   Önce adımları yavaşladı, sonra koca çınarın önünde durdu. Derin bir nefes  ile memleket havasını  ciğerlerine çekti. Üstünde onlarca farklı ismin kazılı olduğu banka oturdu. Gözünün ucu ile kendi isminin  olduğu yere baktı.
 Her şey sanki dün yaşanmış gibi gözünün önüne geldi. İsimlerini oraya kazıdıkları gün karar vermişlerdi gitmeye. Ana rahmine düştükleri bu kasabayı arkalarında bırakıp , geçmişi unutmaya. Çok kolay olmuştu. Bir mektup, bir bavul , bir de tek yön otobüs bileti.
   Tam on koca sene geçti  üzerinden.  Şimdi hangi yüzle dönüş biletini alıp gelmişti ki. Kime neyi izah edecekti, etse bile ne değişecekti.  Kendi  vicdanını rahatlatmaktan başka, kime bir faydası vardı.
   Başını ellerinin arasına alıp dirseklerini dizlerine yasladı. Gözleri şimdi yerde duran kurumuş çınar yapraklarındaydı.  Birazdan oturduğu bu banktan kalkacak ve yıllar önce ardına bakmadan çekip gittiği evin kapısını yeniden çalacak. Kapı tarifsiz bir gıcırtı ile açılacak, donuk yüzlü bir adam onu karşılayacak. İçeri buyur etmeyecek, ama kapıyı aralık bırakması isteksiz bir daveti işaret edecek. Kaygı, korku, özlem , pişmanlık, heyecan tüm bu karmaşık duygular eşliğinde cesaretini toplayıp eşikten ilk adımını atacak.
  Adam avludaki sedire oturup masanın üstündeki tütünü saracak. Elleri titrediğinden tütünün yarısı masaya dökülecek. Kadın karşısındaki sandalyeye oturup ‘ ben geldim baba ‘ diyecek.  Adam gözlerini masadaki tütünden kaldırmadan,  cebindeki çakmağını çıkarıp eksik tütünlü cigarasını yakacak. Derin bir nefes çekip gökyüzüne üfleyecek. ‘ Çok sevdim baba, o kadar çok sevdim ki gözüm hiçbir şey görmedi. Bugün olsa yine aynı şeyi yaparım. Pişman değilim.
    Adam kalın kaşlarını kaldırıp, dudaklarını bükerek ‘ benden  aferin mi bekliyorsun? ‘ diye soracak , cevabını beklemeden ‘ AFFETMİYORUM ‘ diye kükreyecek.
    O son kelime içini ürpertti.  Eline aldığı kuru yaprağı un ufak etti. Böyle derse ne yapacaktı? Dizlerine kapanıp yalvaracak mıydı? Pişman değilim diyen biri niye af dilesin ki? Ben yanlış bir şey yapmadım.  Doğru bildiğimi sandım. O an için doğruydu. Sevmek suç değil ki ? Ben cezamı  bu toprak kokusunu  senelerce özleyerek çektim.  Affetsin istemiyorum ki.  Sadece bilsin istedim.  Omuzumda taşıdığım bu ağırlıktan kurtulmak istedim. Bencillik benimkisi . İç sıkıntısı. Yürek burukluğu.

   Usulca kalktı banktan. Yaprakların hışırtısı eşliğinde yürüdü ardına bakmadan. Tıpkı on yıl önceki gibi ama iki  farkla . Elinde bavul var , mektup yok, bilet yok ….

10 Aralık 2014 Çarşamba

ADAMLAR

YAKIŞIKLI ADAM
‘Her genç kızın rüyası Zetina Dikiş Makinası !’
Bu sloganı bulan kesin hayatında bir kere bile rüya görmüş biri değildir. Her genç kız birer terzi çırağı mıdır ki rüyasında dikiş makinası görsün. Misal ben. Ömrü hayatımda bir kere bile görmedim. Niye göreyim canım? Görecek onca güzel adam varken ne işi var iğnenin ipliğin rüyamda.
Yatmadan önce yatağın içine oturur önce yüz hatlarını çizerim. Saçı ne renk olursa olsun uzun boylu isterim ki yanında topuklu giymem sorun olmasın. Düz ayakkabı sevmem ben. Güzel adamların yanındaki kadınlar hep topuklu ayakkabı giyer. Bu onlara kırmızı halıda yürüyormuş hissi verir. Bakışları erosun okları gibidir. Can yakarlar. Olsun acıyı severim ben. Listemi yaptıktan sonra bildiğim tüm duaları okur ışığı söndürürüm. Bilirim her gece mutlaka biri gelir yanıma. Çünkü böyle bir adamı ancak rüyamda görürüm ben.
KOMİK ADAM
Sana baktığım an ister istemez bir gülümseme yerleşiyor yüzüme. İçim aydınlanıyor. Kadınlar kendilerini güldüren erkeklere bayılırlarmış. Öyle diyor parlak kağıtlı dergiler. Sana bayılmak istiyorum. Sonrasında beni ayıltmanı istiyorum. Karnıma ağrılar giriyor sana gülerken. Ben güldükçe sen gururlanıyorsun. Gururlandıkça egonu şişiriyorsun. Ama şunu hiç bilmiyorsun ne kahkaha ne ego karın doyurmuyor.
ZEKİ ADAM
Söylediğim her söze verilecek cevabın var. Yanındayken kendimi hep eksik hissediyorum. ‘İki kere iki kaç ‘ diye soracaksın ve ben yine bilemeyeceğim. Sense ‘ olsun canım ben biliyorum önemli değil’ diyeceksin.  Seni kandırmam mümkün değil. Gözümün içine baktığın an yalan söylediğimi anlarsın. Sanki kafanın içinde her bir konunun uzmanı küçük adamlar var ve ben hangisine yetebileceğimi inan bilemiyorum.
SERT ADAM
Bakışların ürkütüyor beni. Başımı omzuna yaslayamıyorum. Yüzündeki keskin hatlar sanki bıçak yarası. Kim canını yaktı senin küçükken? Kimse sevmedi mi yoksa seni? Bu duruşun bir isyanın habercisi ama kime ya da neye?  Anlamak çok zor.  Korkuyorum elini tutarken. Yüreğini sakladığın kabuğu kırıp da ruhuna değememek acıtıyor  bedenimi.  Dudaklarından süzülecek tek bir güzel söz için nelerimi vermezdim. Sevebilseydin keşke beni.
YUMUŞAK ADAM
Her gece sana sarılıp uyumak gibisi var mı ? Kuştüyü yastığım benim. Hiç kızamam sana. Bir tatlı söz ile alırsın gönlümü. Bakışların dokunuşların hep şefkat dolu. Kıskanırlar beni seni sevdiğim için. Ne söylesem itiraz etmez yaparsın. Fırtınada sığındığım limanımsın.
YETENEKLİ ADAM
Doğuştan şanslısın. Nota bilmeden piyano çalıp , kalem tutmadan resim yapmışsın. Tüm dünya sana hayran. Kadınlar etrafında pervane. Senden bir döl aldıklarında Mozart doğuracaklarına inanıyorlar. Halbuki o çocuk sadece ‘ zarrrrttt’ diye bir ses çıkaracak farkında değiller.
SEVGİLİ ADAM
Sevgili Günlük

Bugün 35 yıllık ömrü hayatımda ilk kez bir sevgilim oldu. Ana okulundaki o gözlüklü şişman çocuğu saymazsak tabi.  Sen de Brad Pitt ben diyeyim Johnny Depp. İkisinin burnunu birleştirmişler benim sevgilim tam ortasından düşmüş. Olur olmadık yerlerde bir espiri patlatır Jim Carrey halt etmiş. Liseler arası bilgi yarışmalarında hep birinci olurmuş. Taşı sıksa suyunu çıkartır. Komodinin üzerindeki  pelüş ayıcığım gibi sarıl yat , yumuşacık. Bir bağlama çalar bizim köyün aşıkları ağzı açık bakar. Benim sevgilim sevgili gibi adam. Beklediğime değdi galiba. 

28 Kasım 2014 Cuma

AH HAYRİYE AHHHH....

 
  Merdivenli sokağın başına geldiğinde durdu. Tıkalı ciğerlerini açar umudu ile derin bir nefes aldı. Bu merdivenleri ikişer ikişer çıktığı eski günler geldi aklına. Gülümsedi. Dere kenarındaki kahvede nargilenin üzerine sigara ile cila çeker, ardından bu merdivenleri  on saniyede çıkardı. İri cüsseli, geniş omuzlu , mahallenin yakışıklı delikanlısıydı. Okuldaki bütün kızlar ona hastaydı. O ise sadece birine...
  Beş basamak çıkmıştı ki soluklanmak için durdu. Elindeki şişeyi altıncı basamağa koydu. Paslanmaz korkuluğa yaslandı. 
   '' Ah Hayriye ahhhh...Varsın manton kürklü olmasın sen benim her daim Madonnam'dın. Nadide çiçeğim, deniz gözlümdün. O lanetli gecede neden çarpıp gittin kapıyı? Hiç mi düşünmedin ardında bıraktığın  bu heybetli adamı nasıl yıktığını? Kolunu kanadını kırdığını. Bak duyuyor musun? Biri pikaba bir plak koydu. Bizim şarkımız çalıyor. Biraz hışırtılı ama olsun. '' sevemez kimse seni , benim sevdiğim kadar, sevgilim sen olmazsan , yaşamak neye yarar....'' Arka bahçede, kömürlüğün yanındaki çardakta buluşurduk. Hani tepesinde pembe sarmaşık gülleri olan gizli yerimiz. Sana bu şarkıyı söylerdim o berbat sesimle. Sense gözlerimin içine dalar gülümserdin sadece. Bir gün eline sarmaşık güllerinin dikeni batmıştı da ne çok ağlamıştın ben  onu çıkarırken. 
Sen ağladıkça o dikenler benim kalbime kalbime saplanmıştı. 
   Yaslandığı korkuluktan doğruldu. Altıncı basamağa bıraktığı şişeden bir yudum aldı. Derin bir nefes  alarak beş basamak daha çıktı. Otoyoldan geçen arabaların sesi kafasının içine bir ok gibi saplanıyordu. O oklardan biri torununun istediği ışıklı ayakkabıyı almadığını hatırlattı, diğeri kablolu televizyonunnun tamir servisini aramadığını. Küfürü bastı...
   Ah Hayriye ahhhhh....Varsın manton kürklü olmasın...Sana aldığım kolyeyi saklıyor musun ? İşinin ehli bir kuyumcu vardı çarşıda. Hatırlar mısın kapısının önünde her daim duran tahta  sandalye üzerinde bir sürahi limonata olurdu. Sehpası yoktu zaar. Hiç kimse bir anlam veremezdi. Dededen kalma bir limon bahçesi vardı bir söylentiye göre. İsimlerimizin baş harfini yaptırmıştım ona. İkimiz de sonsuza dek kalbimizin üstünde saklayacaktık. Ben sözümü tuttum bak ceketimin iç cebinde kalbimin tam üstünde senelerdir gizli bölmesinde. 
   Son beş basamak Sadullah bey ha gayret. Kına gecesi mi var ne. Uzaktan oynak bir müzik sesi geliyor. Gecenin bu saatinde olacak şey değil. Uyu be mahalle !  Ben şu basamakları bitirip de eve varabilsem , kapıdan içeri girip kendimi yatağa atabilsem bir uyuyacağım ki sorma. Ah bir varabilsem eve ..
    Ah Hayriye ahhhh ahhhhh........

20 Kasım 2014 Perşembe

BEN YAPMADIM

   
  O kadar uzun zaman olmuştu ki bir kadeh ile dans etmeyeli.Doktor yasaklamıştı. İyi gelmiyordu ona. Hatlar karışıyordu. Tek bir yudum bile kaseti başa sarmaya yeterdi. Aynı filmin sahnelerini tekrar yaşamaya gücü yetmezdi. Doktor öyle söylemişti.
     Halt etmiş doktor. Ben onun sandığı kadar güçsüz değilim ki. Çocuk muyum ben ? Deli de değilim. Tamam kabul bazı şeylere karşı biraz zaafım olabilir.Ama kimin yok ki ? Benim de zaafım küçük şişeler. Onlarsız kendimi eksik hissediyorum. Kapaksız tencere olur mu? Olmaz. Kaynayamam. Kaynamam çok uzun sü rer. Vaktim yok. İsraf. Gaz israfı. Sadece bir yudum alsam ne olur ki.Nasıl da güzel kokuyor şu anason.Canına yandığım.
      Otlar büyümüş ... biçmek lazım alevleri gördüm koştum su yok. Nasıl sönecek...Emeklerimin hepsi kül oldu. Benim suçum değil. Gülüyorlar neden el eleler ki . Güç  mü aldılar birbirlerinden. Beni engellemek için baraj mı bu. Offffff başım. Neredeyse çatlayacak. Ama nasıl söner bu yangın  su yok  gücüm yok.... Duman birazdan görecekler. Ne diyeceğim onlara. Donald amca yaktı arabayı. Yanında da mickey ve mini mouse . Onlar gülüyorlar mütemadiyen. Öyle çizmiş Disney Amca . Mutlulur hep kötü değiller. Diğer ikisi kim çıkaramadım.Neden yaktılar otlar da yanar biçmeye gerek kalmaz peki ya ağaçlar onlar da yanar mı yanmaz canım niye yansın çok uzaktalar. Ah biraz su olsaydı su yok... Her şey neden siyah beyaz renk ayarı ile oynanmış. Kimin fikriydi acaba kibriti nereden buldular. Donald Amca çete reisi o. Yenisi çok paradır hatırası var bunun alamam ki. Babama ne diyeceğim benim suçum yok baba Donald amca yaktı. Önce güler sonra döver Offfff başımmmmm...........

16 Kasım 2014 Pazar

DEĞİŞEN ROLLER

 


 
 Bazen gökyüzüne bakar, bir yıldız kaydığını hayal edersin. O yıldız kaymasa da, bir dilek tutar gerçekleşmesini beklersin. Hayatın sana getirdiği tesadüf dediğin şeyler, aslında o kaymayan yıldıza bakıp da tuttuğun dileklerdir. 

  O gün, o saatte, o sınıfta olmam her ne kadar bir tesadüf gibi görünse de aslında oynanması gereken senaryonun bir parçasıydı. Hoca ''sen de katılmak ister misin ?'' diye sorduğunda, biraz ürkek biraz şaşkınlıkla ''iyi ama ben sizin öğrenciniz değilim ki'' diye cevap verdim. Ardından sahnede kendimi verilen replikleri okurken buldum. ''Natalya Ivanovna senin, cumartesi saat ikide amfide ol, tekstini de unutma.'' 

  Bir kaç dakika öylece kalakaldım. Bir yanım çığlık atıp zıplamak isterken, diğer yanım da ''Natalya İvanovna da kim?'' diye düşünüyordu. Tekst hangi tekstti? Misafir öğrenci olarak girdiğim bu dersten, kıskanç bakışlar altında  Natalya İvanovna ile birlikte kol kola  çıkıyordum. 

   İnsan hayallerinin peşinden koşar. Ancak bu sefer hayal benim peşimden koşmuştu . Yıllarca göğsümün sol köşesinde sakladığım yasak aşk, birden kendine bir yol  bulup gün ışığına çıkmıştı!  

  O gece hiç uyumadım. Gözlerimi kapadığım an, birden sahne ışıkları yanıyor, alkışlar eşliğinde seyirciyi selamlıyordum. Gözlerimi açtığımda ise gözyaşlarımı tutamıyordum. 

  Ertesi gün teksti başından sonuna defalarca okudum. Önce Maşa oldum, sonra Olga, daha sonra İrina. Hatta Verşinin bile oldum. Ama hiç biri Natalya Ivanovna kadar ben  değildi. 

  Her prova sonrası biraz daha Nataşa oluyordum. Duruşum, bakışım, konuşmam değişmişti. Hırçın, çıkarcı, hırslı ve şirret biri olup çıktım. Her ne kadar rolüm az da olsa, sahneye çıktığım o anlarda sanki tüm dünya küçülüyor, ben devleşiyordum. Hayallerim gerçek oluyordu. Varsın o “üç kız kardeş” başrolde oynasın. Ben o oyunun kötü karakteriydim ve kötü karakterler her zaman daha çok akılda kalırdı. 

  O sene oyun sahnelenmedi. Bütün yazı Nataşa ile birlikte geçirdim. Yeni sezon toplantısında içimdeki Nataşa dile geldi ve ''Hocam, ben bu sene komedi oynamak istiyorum. Geçen sene çok yorucuydu, içim daraldı'' dedim. Bu cümleyi kuran ben değildim! Yani ben olamazdım! Olmamalıydım! Bütün sınıfın şaşkın bakışları altında hoca bana döndü ve ''demek ki bu sene hiç bir oyunda yoksun, Aysun, Natalya Ivanovna senin'' dedi. 

  O an yuuuhhhh sesleri ve çürük yumurta yağmuru eşliğinde ışıklar söndü, perde kapandı. Ben olduğum yere yığıldım. Hayallerim elimden uçup gitti. 


  Defalarca özür dilememe rağmen rolü geri alamadım. Hayatım boyunca Aysun'dan nefret ettim. 




6 Kasım 2014 Perşembe

KENDİ KENDİNE SÖYLENMELER



VOLUME I

Demir kapıyı hızlıca çarpıp çıktım o kör karanlık sokağa. Gıcırtısı inletti resmen tüm mahalleyi. Her akşam aynı dırdırı çekmek zorunda mıyım ben Allah aşkına! Tamam bir hata yapmış olabilirim, ama en nihayetinde ben de insanım. Orhan Baba bile demiş "hatasız kul olmaz" diye. Bu hatayı illa ki her seferinde yüzüme vurmak zorunda mı bu kadın?

Kabul ediyorum nefsime hakim olamadım. Bir hınzır gülüşüne kandım namussuzun. Ama öyle bir gülüştü ki o… İç gıcıklayıcı, seksi dondurma reklamında dendiği gibi "kızgın kumlardan, serin sulara" dalıvermek istedim. Biraz fazla daldım galiba, zira çıkarken bir ton su yuttum.

Kabahat bende! Acemi çapkınım tabi. Git biraz ötede yap değil mi, ne yapacaksan! Başka kadın mı kalmadı memlekette de, gittin komşunun karısının koynuna girdin!

Ah Orhan Baba ah... Şimdi benim için söyle lütfen "bir teselli ver, bir teselli ver; yarattığın şu mecnuna, bir teselli ver”…

Yok yok kesin almaz bu gece beni eve. Haklı canım, ben olsam kapıyı kilitler, anahtarı da tuvalete atardım. Sen tut rakı kadehini karına karşı kaldır ara nağmeden gir "o mahur beste çalar, Müjgan'la ben ağlaşırız". Kafama şişeyi yemediğime şükretmeliyim. Terlikle ucuz atlattım.



VOLUME II

Demir kapıyı hızlıca çarpıp çıktı o kör karanlık sokağa. Gıcırtısı inletti resmen tüm mahalleyi. "Her akşam aynı dırdırı çekmek zorunda mıyım ben Allah aşkına!" diye söylendi. Tamam bir hata yapmış olabilirdi, ama en nihayetinde bir insandı o da. Orhan Baba bile ne demiş: hatasız kul olmaz! Bu hatayı illa ki her seferinde yüzüne vurarak neyi ispatlamaya çalışıyordu bu kadın?

Nefsine hakim olamadığını o da biliyordu. Bir hınzır gülüşüne kanmıştı namussuzun. Ama öyle bir gülüştü ki o. İç gıcıklayıcı, seksi dondurma reklamında dendiği gibi "kızgın kumlardan serin sulara" dalıvermek istemişti ansızın. Biraz fazla dalmıştı galiba, zira çıkarken bir ton su yutmuştu.

Acemi çapkın olduğundan kabahati kendinde buluyordu. Gidip biraz ötede yapsaydı ya ne yapacaksa! Başka kadın mı kalmamıştı memlekette de gidip komşunun karısının koynuna girivermişti!

Meyhanenin kapısından girdiğinde Orhan Babanın sesi karşıladı onu. Sanki bilmişti derdini de onun için söylüyordu. "Bir teselli ver, bir teselli ver; yarattığın şu mecnuna bir teselli ver".

İlk kadehi dikerken kafaya "Yok yok kesin almaz bu gece beni eve. Haklı canım ben olsam kapıyı kilitler, anahtarı da tuvalete atardım" diye söylendi kendi kendine . Kabahati büyüktü. Sen tut rakı kadehini karına karşı kaldır, ara nağmeden gir "o mahur beste çalar, Müjgan'la ben ağlaşırız" diye. Şükretsin ki kafasına şişeyi yemedi de, terlikle ucuz atlattı.



2 Kasım 2014 Pazar

YOL BİTTİ

   

 
   Günler geceleri, aylar yılları kovaladı. Ben olduğum yerde saydım. Attığım taş, ürküttüğüm kurbağaya değmedi. Bindiğim trenler inmek istediğim istasyona hiç varmadı. Teknem limana hep aynı halat ile bağlı kaldı.

   Az önce son damlası düştü altından geçtiğim yüklü bulutun. Ayağımda parmak arası terlikler, su birikintilerine bata çıka yürüyorum nereye gittiğimi bilmeden. Annem bilmez söylemeyin sakın ona, sevmem yağmurda şemsiye açmayı. Yağmur suyu ile ıslanmanın insanın ruhunu temizlediğine inanırım kendimi bildim bileli. Ne zaman içim sıkılsa, ruhum daralsa, ellerimi açar gökyüzüne "ne olur yağ yağmur, yağ da arındır beni bu pisliklerden" diye yalvarırım.

   Yol bitti. Islak kaldırıma oturdum, ruhum çitilenmiş bekliyorum o yedi rengin gökyüzünde belirmesini. Arınma seansından sonra umut seansı başlamalı benim için. O renkleri görmeliyim ki dudağımın kenarına kondurabileyim o gülüşü.

   Benim hiç bisikletim olmadı küçükken. Düşer de bir yanımı incitirim diye almadı babam. Basketbol seçmelerine katılamadım, terler hasta olurum diye. Okul pikniğine hiç gitmedim. Bir yanıma kene yapışır da ölüveririm orada maazallah diye. Annem uzun makarnayı on parçaya böler öyle yapardı. Uzun olursa derin bir nefes ile hüpletirim de, es kaza nefes boruma kaçar diye korkardı. Balkonu yoktu evimizin. “Balkon bir çocuk için tehlikeli” derdi babam. Dengemi kaybedip düşeceğimden korkarlardı.
   Bir korku denizinde büyümüştüm ben. Her an bana bir şey olacak korkusu ile dağlandı yürekleri anne ve babamın. Sanki kötü kalpli cadı ''ölecek bu da diğerleri gibi'' dedi ve iyi kalpli peri de ''alın bu cam fanus içine koyun oğlunuzu'' diye teselli etti onları. ,

   O gün bugündür bu korku denizindeki cam fanus içinde, azgın dalgalar ile boğuşuyorum. Bana yüklenen “sekizinci hayatta kalan çocuk yükü!” ile an be an dibe doğru gidiyorum.


   Bugün çıkmayacak galiba bu yedi renk gökyüzünde. Caddeden geçen her araba, bir kez daha ıslatıyor zaten ıslak olan elbisemi. Biraz daha burada, bu kaldırımda oturursam kırmak istediğim fanusu zatürre tuzla buz edecek zaten.


30 Ekim 2014 Perşembe

KISA


         

           Pencerenin dışında yanıp sönen kırmızı renkli neon aydınlatıyordu duman altı odayı. İzmaritler komodinin üzerindeki kül tablasından taşıp, rutubet kokan halıya saçılmıştı. Banyodaki musluk, insanın beynini bir matkapla delercesine şıp şıp damlıyordu pas lekeli küvete. Kafasını kaldırıp baktı sağ köşesi kırık aynaya. Ve göz göze geldi sol gözünün altındaki morlukla.



         Ne söylediyse fayda etmemişti. İnandıramamıştı onu. “Sandığın gibi değil” sözcükleri ağzından çıkmıştı ki, ilk yumruğu yedi böğrüne. “Dur yapma, etme!” demeye kalmadan çöküvermişti üstüne. Can havli ile kaçmıştı elinden gözünde yaşlar, ayağında topuklu tüylü terlikleri ile. Resepsiyondaki çocuk hiç bir şey sormamıştı uzatırken anahtarı.  Bir kağıt mendil ve bir ufak anason şişesi verdi, her türlü derde derman olur düşüncesi ile. 

29 Ocak 2014 Çarşamba

KAĞITLAR...ZAMAN....YÜRÜMEK....


      Biz insanoğlu unutmak için yaratılmışız. Zaman bize her şeyi unutturur. Acılarımız, anılarımız, tanıdıklarımız, isimler, kişiler, şehirler, sokaklar vs. Unutmasaydık olmazdı. Yaşayamazdık. Üç yaşında kreşte koşarken düşüp ön iki dişimi kırdığım zaman yaşadığım acıyı şimdi hatırlasaydım eğer, bir daha hiç koşamazdım düşerim korkusuyla. O yüzden unutur insan, acıyı da tatlıyı da unutmalıdır ki önüne bakabilsin. İleriye gidebilsin. 
     Ama biz insanoğlu ne yaparız, hep hatırlamak isteriz. Acının da, tatlının da hep zihnimizin bir köşesinde kalmasını bekleriz. Yaşanan o anları hatırlamak için fotoğraf çekeriz. Yıllar sonra o fotoğraflara bakarken, o an gelir gözümüzün önüne gülümseriz.
       Bazımız ise günlük tutarız. Gün içinde yaşadıkların, yediklerin, içtiklerin, gördüklerin, duyguların hepsi o kağıtlarla aranda, bir gün gelip de okunmak üzere sır olarak kalır.
          Ben de öyle yaptım. 1989 yılında ortaokulda başladım günlük tutmaya, ta ki 2004 yılına kadar da yazdım. Defterlere, dosya kağıtlarına, renkli saman kağıtlara, ajandalara… 
     Nereye bulduysam yazdım. O gün yaşadıklarımı yazdım : “Bugün Rosemary'e gittik, frambuazlı pasta yedim.Oradan da Ruşen'e gidip kahve içtik”.Hayallerimi yazdım : “Rehber öğretmenime yazdığım otobiyografide tiyatro ile ilgili hayallerimi anlatmıştım,bugün beni yanına çağırdı çok duygulandığını söyledi ve benim bir oyunda oynamamı istedi.O an o kadar mutlu oldum ki anlatamam”. Duygularımı yazdım:  ''İçimde çok garip bir heyecan var, çok mutluyum, ama bunun sebebini bilmiyorum /Kendimi çok kötü hissediyorum huzursuzum, sanki tüm arkadaşlarım bana küsmüş gibi”. Şiir yazdım: “Seni düşünmek şarkılarda/Ay ışığında boş sahilde/ Dalgalarla konuşmak / Seni beklemek umutlarla”.  Tanıdığım tüm arkadaşlarımı, öğretmenlerimi tasvir ettim. “.....hazırlıkta da aynı sınıftaydık ama hazırlıkta hiç böyle değildi. Şimdi ispiyoncunun biri olup çıkmış. Seneler insanları nasıl da değiştiriyor. O da kıl birisi. Sert otoriter bir tip gibi davranıyor…” Planlarımı, kararlarımı yazdım. “Bugün kızlarla konuştuk, çevremizi genişletmemiz gerektiğine karar verdik, hayatımız öyle monoton geçiyor ki. Bir çevre edinebilmemiz için bir gruba katılmamız lazım.Metalciler veya burjuvalar. Kesinlikle burjuva olamam.Bana cazip gelmiyorlar. Metalcilerin çevresi daha ilginç gözüküyor. Gittikleri yerler belli, ama bir ortamın içine damdan düşer gibi girilmez ki…” Hiçbir zaman sahibine gönderemeyeceğim mektuplar yazdım. “Bu şehirde de güneş batıdan batıyor ama sensiz. Aynı göğün altında senden kilometrelerce uzakta güneşin batışını izliyorum, senin izlemediğini bile bile...Bu yazdığım kaçıncı mektup ama son olmasını diliyorum. Seni yaşamaktan tükendim…”
Şimdi bu kağıtlara bakınca ne  kadar çok unuttuğum şey olduğunu görüyorum.  Bazı isimler bile o kadar yabancı ki. Yüzleri kesinlikle gözümün önüne gelmiyor ama hayal meyal o kişileri hatırlıyorum. O anları sanki ben hiç yaşamamışım da, bir romanmış, hikayeymiş gibi okuyorum. Okuyunca o yaştaki halim gözümün önüne geliyor, gülümsüyorum. Koskoca bir geçmiş var o kağıtlarda, belki sıradan bir çocuğun bir genç kızın geçmişi ama iyi ki yazmışım diyorum şimdi düşününce. O kadar çok insan var ki orada, kendi dertlerim dışında onlarınkileri de yazmışım. Kimi zaman bir hikaye kahramanı olmuşlar, kimi zaman da mektup arkadaşı. İnsan anılarını hatırlamalı. Hiç bir şeyi unutmamalı. Çünkü o anılar bizi var etti. Ben seviyorum bu eski kağıtlara yazdıklarımı. Ara sıra çıkarıp okumak iyi geliyor bana.
    Aklıma Müjde Ar’ın TEYZEM filmi geliyor. Karşılıksız aşkı yüzünden aklını kaçıran kadının, öldükten sonra evin her köşesine sakladığı kağıtlara yazdıkları ailesini o kadar şaşırtıyor ki, o kağıtları yazanın kesinlikle başka bir kadın olduğuna inanıyorlar. Tabi bir de kadının gerçekten deli olduğuna :) Kendimi bazen işte o kadına benzetiyorum. Bütün bu yazdıklarımı okusalar benim ne kadar akıllı ya da deli olduğuma karar verirler mi, diyorum. Çünkü tüm o kağıtlarda inanın kimsenin bilmediği tanımadığı bir ben var biliyorum.