24 Ağustos 2010 Salı

Barcelona'da Bir Grup Türk

16/Ocak/2008

Barselona’ya gitme fikri bu yılın ilk bahar aylarında kafamızın bir köşesinde yer edinmişti. Gitme eylemini gerçekleştirmemiz ise Aralık ayını buldu. Mart ayında Mardinle başladığımız 2007 gezi maceralarımızı aralık ayında Barcelona ile tamamladık.


İlk durağımız Gaudi nin düşünüp tasarlayıp başladığı, fakat tamamlamaya ömrünün yetmediği ve fotoğraflardaki kule vinçlerden de anlaşılacağı üzere hala bitirilemeyen, belki de bitirilememesi bir efsaneye dönüştürülerek daha fazla turistin buraya gelmesi sağlanan Sagra Da Famılıa – Kutsal Aile oldu.

Yürüdüğümüz geniş caddeler boyunca bizi takip eden her biri birbirinden ayrı güzellikteki binaları görmemezlikten gelemezdik. Tarihi binalar ve bu binaların altlarında yer alan ünlü mağazalar bize Nişantaşı’nı anımsattı. Bu yürüyerek tarihi mekân görme aşkının ayaklarımıza yapacağı eziyeti ise daha ilk günden bilemezdik tabi.


Gaudı’nın en önemli ikinci eseri Casa Mila’nın önünde, binayı ve kendimizi aynı karenin içinde görebilmek için, tıpkı binanın balkonları gibi eğilip bükülerek sekiz olduk.

Bir Akdeniz kenti olan Barselona da deniz ürünlerinin her türlüsünü görmek mümkündü. Biz de öyle yapık zaten, kendilerini önce doğal ortamlarında sonra balık tezgâhlarında ve en sonunda da sofrada görüntüledik.

Jumbo karides sofraya gelince adı “Gambas”, midyeli, karidesli ve safranlı pilav da “Paella” oluverdi.

En sevdiğimiz yer yine bir Gaudi eseri olan Park Gueldi. Burayı da gördükten sonra inandım ki inanılmaz bir hayal gücüne sahip bu adamın Barselona ya bıraktığı bu eserler sayesinde bugün bu şehri milyonlarca insan ziyaret ediyor. Yalnız anlamadığım şey sadece masallarda ve çizgi filmlerde görebileceğimiz bu şaheserleri hangi mühendislerin hayata geçirebildiği...


Barselona sokaklarında dolaşırken aaa burada ne var diyerek daldığımız sokakta karşılaştığımız bina ise bizi hayretler içinde bıraktı. Gece olması sebebiyle fazla bir şey göremesek de, ertesi gün buraya mutlaka gelip görmemiz konusunda ortak karara vardık. Sonrasında bize rehberlik yapan Barselona kitabımızı okuyunca buranın opera binası olduğunu öğrendik. Bana biraz deli kızın çeyizi gibi gelen bu yerde aslında üzerinde bulunan her taşın, her heykelin, bir hikâyesi olduğunu benim sandığım gibi karmakarışıklık sanatının bir parçası olmadığını gezerken bize buranın tarihini anlatan İspanyol’dan öğrendik. Halen çeşitli konserlerin verildiği binanın içinde fotoğraf çekilmesine izin verilmediği için biz de dışarısı ile idare etmek zorunda kaldık.



Barselona’nın en ünlü caddelerinden biri La Rambla. Orada bulunduğumuz süre zarfında her gün yolumuz bu caddeye düştü. Burası her ne kadar bizim İstiklal caddesini andırsa da adım başı karşımıza çıkan çeşitli kostümlerdeki insanları, küçük çiçekçi ve canlı hayvan dükkânları, meyve, sebze, balık zengini sabit pazarı ve yolun sonundaki meydanla birlikte denize ulaşması ile şahsına münhasırdı.

La Rambla nın ara sokakları ise Gotik Mahalle diye adlandırılan yine eski binaları ve dar sıcak sokakları, restaurant ve tapas barları ile dolaşması oldukça keyifli yerlerdi. Tapas dedikleri şey ise akşamüstleri içkilerini yudumlarken yanında yedikleri biz Türklerin bir çeşit ara sıcak veya ara soğuk olarak nitelendirebileceğimiz mezeye verdikleri ad. Bizim büyük bir merakla tatmak için istediğimiz patatas bravas denilen tapas bildiğimiz önce haşlanmış sonra kızartılmış iri doğranmış ve üzerine acılı ketcap dökülmüş patetes çıkınca ne yalan söyleyeyim ben hayal kırıklığına uğradım. Diğer tapasları ise isminden içlerinde neler olduğunu pek anlayamadığımız için yemeğe çekindik doğrusu.

Barselona’da yürürken adım başı karşımıza bir meydan çıktı. Bu meydanların her biri oldukça geniş caddelerle kesişiyordu. Yeni yıla az bir zaman kala orada olmamızdan mıdır bilmiyorum ama gece gündüz bütün bu caddeler ,meydanlar tıka basa insanla doluydu. Meydanı bu kadar bol olan bu şehri görünce İstanbul’da sadece bildiğimiz Kadıköy ve Taksim Meydanı olması ne kadar meydan fakiri olduğumuzu hissettirdi bize. İşte o meydanlardan sadece biri İspanyol Meydanı…..

Barselona ya trenle bir buçuk saat uzaklıkta olan Gırona, nehrin kenarına kurulmuş olması ile biraz Floransa’yı, biraz Karlovy Vary’i ( Çek Cumhuriyeti) , kentin ara sokaklarına girince ise dar taş sokakları ve abbaraları ile Mardin’i andıran küçük bir kasaba. Nehrin kenarındaki pastel boyalı evler yağlı boya bir tabloyu andırıyor.

Her kentte olduğu gibi burada da görülmeye değer büyük bir kilise vardı. Ara sokaklarında dolaşmak ise her şeyden daha keyifliydi.


Barselona’da kaldığımız dört gün boyunca sabah 9:00 dan otelden çıkıp akşam saat 23:00 de geri gelerek muhteşem bir yürüyüş performansı gerçekleştirdik. Biz daha fazla yeni yer görmenin verdiği mutluk sarhoşluğunu yaşarken zavallı ayaklarımız ise tarifsiz bir yorgunlukla son gün bir adım daha atmamak için elinden geleni yapıyordu. Sadece gece görebilme fırsatını yakaladığımız Barselona sahili ise beni buraya bir daha gelmeyi isteyecek kadar çok etkiledi. Kentin tam ortasında uçsuz bucaksız bir Akdeniz sahili…. Bir sonraki gezi rotamızda belki bir yaz günü tekrar yolumuz buraya düşer umuduyla Barselonaya veda ettik.


2 yorum:

Kusolmakk dedi ki...

ne güzel o günlere gittim:) bir ara İspanyol günü yapalım, yazarıyla, şairiyle, yemeğiyle analım kendilerini... bir yerde bulunmanın en güzel yolu orada olmamaktır belki:)
http://seyahatofisi.blogspot.com/

Yasemin Ertürk dedi ki...

Analım , bana uyar ispanyol dansı da yaparız belki :)